Kureyşliler bu mahalleyi tamamıyla kuşatma altında tutuyorlar
ve kimse de bu ablukayı yararak müslümanlarla irtibata geçemiyor ve alışveriş
yapamıyordu. Ancak Hac sırasında müslümanlar dışarı çıkarak alış-veriş
yapabiliyorlardı. Fakat o zaman bile eğer Ebu Leheb bir kimseyi pazarda gelen
ticaret kervanlarından bir şey satın almak isterken görürse hemen satıcıya
"Bunlara en yüksek fiyatı söyle ki alamasınlar, daha sonra ben o malı senden
alırım, bir zararın olmaz" demekteydi. Peşpeşe üç senelik bu kuşatma
müslümanların, Haşimoğulları'nın belini iyice bükmüştü. O kadar zor günler
geçirdiler ki bazen ot bazen de ağaç yaprakları yemeye mecbur kaldılar.
Üç sene sonra bu kuşatma kalkacaktı ama bu sefer de bir müddet
sonra, on küsür yıldır Kureyşlilere karşı Allah Rasulü'nü korumakta olan amcası
Ebu Talip vefat edecek ve bu hadiseden bir ay bile geçmeden de, nübüvvetin
başlangıcından bu güne kadar Allah Rasulü'nün en büyük destekcisi ve teselli
edicisi olan hanımı Hz. Hatice vefat edecekti. Peşisıra gelen bu darbeler
yüzünden Allah Rasulü bu seneyi "Hüzün Yılı" olarak adlandırmıştı.
Ebu Talib'in ve Hz. Hatice'nin vefatlarından sonra Mekkeli
kafirler, Allah Rasulü'ne karşı daha bir cüretlenmişler ve ona eskisinden daha
fazla eziyet etmeye başlamışlardı. Hatta Allah Rasulü evinden dışarı bile çok
zor çıkabiliyordu. Ve İbn Hişam'ın rivayetine göre gene bu dönemde Kureyşli
serserilerden biri Allah Rasulü geçerken onun yüzüne toprak atmıştı.
Daha sonra Allah Rasulü, Beni Sakîfe'yi İslam'a davet etmek
veya hiç olmazsa orada kalmasına izin verirler belki diye Taif'e gitti. O zaman
Allah Rasulü'nün bir binek almaya bile maddi gücü yoktu. Taif'e kadar bütün yolu
yaya olarak gitti. Bazı rivayetlere göre giderken yalnız başınaydı. Bazı
rivayetler ise yanında Hz. Zeyd bin Harise'nin olduğunu söylemektedir. Orada
birkaç gün kaldı. Beni Sakîf'in ileri gelenleri ile tek tek görüştü. Fakat
hiçbirisi ona kulak asmadılar. Üstelik acele şehri terk etmesini istediler.
Çünkü Allah Rasulü'nün davetinin gençleri ifsad edeceğinden endişeliydiler.
Sonunda Taif'i terk etmeye mecbur kaldı. Allah Rasulü şehri terk ederken beni
Sakif'in ileri gelenleri bazı serserileri peşinden gönderdiler. Bunlar yolun iki
tarafına geçerek Allah Rasulü'ne hem küfür ediyorlar hem de taş atıyorlardı.
Allah Rasulü (s.a) yaralandı, ayakları kan içerisinde kaldı. Bu halde Taif'in
dışarılarında bir bahçenin duvarının gölgesine yaslanarak Allah'a şöyle nidada
bulundu. "Ey Allahım! Senin huzurunda çaresizliğimi ve halkın nazarında
kıymetsizliğimi şikayet ediyorum. Ey merhametlilerin en merhametlisi, Sen
mustazafların Rabbisin.
Benim Rabbim Sensin. Beni kimlerin eline bırakıyorsun? Bana bu
kadar sert davranan insanların eline bırakıyorsun, üzerime çullanan bir düşmana
bırakıyorsun. Eğer sen benden dargın değilsen, ben bu musibetlere aldırmam.
Fakat eğer tarafından bana bir afiyet nasib olursa daha rahatlayacağım. Sana
sığınırım. Senin Nurun bu zulmeti aydınlatır. Dünya ve ahiret işlerini düzeltir.
Beni, senin gazabının üzerime gelmesinden ya da ikabına müstehak olmamdan koru.
Benden hoşnut olacağın şekilde senin rızana uyayım. Senin kuvvetinden başka
kuvvet yoktur." (İbn Hişam C. 2, Sayfa: 62.)
Allah Rasulü üzgün bir vaziyette geriye dönerken
Karnel-Menazil'e yaklaştığında havada bir bulut sezdi. Yukarı bakınca da
Cebrail'i (a.s) gördü. Cebrail ona "Senin kavmin sana nasıl bir karşılıkta
bulunmaktaysa Allah (c.c) onu duymuştur. Dağların idaresinden sorumlu meleği
gönderdi. Şimdi ne istiyorsan emret" dedi. Bunun üzerine bu melek Allah
Rasulü'ne selam vererek şöyle dedi: "Emret, bu iki dağı bunların kafasına
geçireyim" Allah Rasulü ise "Hayır" dedi. "Ben ümid ederim ki, Rabbim onların
zürriyetinden, bir Allah'a ibadet eden ve O'na eş koşmayanlar çıkaracaktır."
(Buhari; Yaratılışın Başlangıcı, Meleklerin Zikri. Müslim: Kitabu'l-Meğazi.
Nesai: Baas.)
Allah Rasulü bu olaydan sonra bir kaç gün daha Nahle denilen
mevkide konakladı. "Taif'te olup bitenler büyük ihtimalle Mekke'ye ulaşmıştı,
şimdi nasıl Mekke'ye geri döneceğim? Kafirler bundan da cesaret alarak daha
şedidleşecekler" diye düşünüyordu. Ayrıca bu günlerde bir gün Allah Rasulü
namazda Kur'an okuyorken cinlerden bir taife oradan geçmekteydi. Onun Kur'an
okuyuşunu duymuştular. Ve ona iman etmişler, kendi topluluklarına geri dönerek
İslam'ı tebliğ etmeye başlamışlardı. Bunun üzerine Allah (c.c) "İnsanlar senin
davetinden yüz çevirmelerine rağmen, bu cinler sana iman ettiler ve kendi
topluluklarına onu tebliğ etmekteler," diyerek onu müjdelemişti.
Konu: İşte bu şartlar altında Allah Rasulü'ne bu sure nazil
olmuştur. O şartları göz önünde bulundurarak bu sureyi mütalaa edecek herkesin,
bu kelamın gerçekten Muhammed'in sözü olmadığına, bunu nazil edenin kuvvet ve
hikmet sahibi Allah olduğuna dair hiçbir şüphesi kalmayacaktır. Surenin başından
sonuna kadar hiçbir yerinde yukarıda anlattığımız bu gibi zor şartların altından
henüz çıkmış bu insani hislerden ve cezbelerden bir eser görülemez. Eğer bu
kitap, peşpeşe bu darbelere, musibetlere maruz kalan ve Taif'teki o son
hadisenin hâlâ şiddetli ıstırabı içerisinde olan Muhammed'in (s.a) kelâmı
olsaydı muhakkak bütün bu hadiseler ona yansırdı.
Aksine bu surede onlardan bir iz bile yok. Az yukarıda Allah
Rasulü'nün Allah'a yakarışını nakletmiştik. Kendi kelâmıydı o, her kelimesi dert
ve ıstırap dolu. Ama o sırada nazil olan ve onun mübarek ağzından aktarılan bu
surede bu acılara hiç rastlanılmamaktadır.
Surenin konusu, kafirlerin sapık amellerinin kötü sonucundan
onları uyarmaktır. Onlar kibirle bu sapıklıklarında ısrar ediyorlar ve onları bu
sapıklıklardan korumaya çalışan şahsa da saldırıyorlardı. Kafirler bu dünyayı
sadece amaçsız bir oyun ve kendilerini de bu dünyada sorumsuz mahluk
zannediyorlardı. Tevhid daveti onlara göre batıldı. Allah'a bir takım şerikler
koşarak onlara ibadet ediyorlardı. Bu Kur'an'ın Allah'ın kelamı olduğuna
inanmıyorlardı. Risalet hakkında ise kafalarında acaip cahilane düşünceler
vardı. Muhammed'in (s.a) peygamberlik davasını sınamak için çeşit çeşit acaip
sorularda bulunuyorlardı. İslâm'ın hak bir din olmadığına en büyük şahit olarak
kabilelerinin ileri gelenlerinin, reislerinin bu dine inanmamaları fakat bir kaç
tane genç, bir kaç fakir ve birkaç kölenin inanmalarını gösteriyorlardı. Ayrıca,
kıyamet, ölümden sonra diriliş ve ceza-mükafatı da uydurma ve bunların vuku
bulmalarının imkansız olduğunu zannediyorlardı.
Bu surede özet olarak, kafirlere, akıllarıyla ve burhanlarla
hakikatı anlatmaya çalışma yerine, taassub ve inatlarından dolayı Kur'an'ı ve
Peygamber'in risaletini inkar etmeleri halinde sonlarını harap ettikleri, tek
tek şahitler gösterilerek anlatılmıştır.
Rahman Rahim olan Allah'ın
adıyla
1 Hâ, Mîm.
2 Kitabın indirilmesi, üstün ve güçlü olan,
hüküm ve hikmet sahibi Allah'tandır.1
3 Biz gökleri, yeri ve ikisi arasında
bulunanları ancak hak ve adı konulmuş bir ecel (belli bir süre) olarak
yarattık.2 Küfredenler ise, uyarılıp-korkutuldukları şeyden yüz çevirmekte
olanlardır.3
4 De ki: "Gördünüz mü-haber verin;
Allah'tan başka tapmakta olduklarınız, yerden neyi yaratmışlar, bana gösterin?
Yoksa onların göklerde bir ortaklığı mı var? Eğer doğru sözlüler iseniz,4 bundan
önce bir kitap ya da ilim kalıntısı (veya bir eser) varsa, bana
getirin."
5 Allah'ı bırakıp kıyamet gününe kadar
kendisine icabet etmeyecek olan şeylere tapmakta olandan daha sapık kimdir? Oysa
onlar, bunların tapmalarından6 habersizdirler.
AÇIKLAMA
1. İzah için bkz. Zümer an: 1, el-Casiye an: 1, ayrıca Secde
suresi an: 1, göz önünde tutulursa bu surenin başındaki espriyi kavramak daha
kolay olur.
2. İzah için bkz. En'am an: 46, Yunus an: 11, İbrahim an: 23,
el-Hicr an: 47, en-Nahl an: 6, el-Enbiya an: 15-17, el Mü'minun an: 102, Ankebut
an: 75-76, Lokman an: 51, el-Casiye an: 28, el-Duhan Suresi an: 34.
3. Yani, gerçek şu ki, bu kainat gayesiz bir eğlence değildir.
Tersine bu hikmetli nizam belirli bir maksada binaen kurulmuştur. Muhakkak iyi
ve kötünün, zalim ve mazlumun bütün amelleri en sonunda görülecektir. Bu kainat
daimi ve ebedi değildir. Belirli bir müddeti vardır. En sonunda muhakkak bu
nizam altüst olacaktır. Allah'ın adaleti için de belirli bir zaman
kararlaştırılmıştır. O zaman geldiğinde muhakkak vukubulacaktır. Allah'a,
Rasulü'ne ve Kitab'a inanmayı inkar edenler bu hakikatlerden yüz
çevirmektedirler. Bu yaptıklarının hesabını bir gün vereceklerini hiç
düşünmüyorlar. Zannediyorlar ki, Allah Rasulü bu gerçeklerden haber vererek
onlara kötülük yapmaktadır. Halbuki Peygamber'in onlara geleceklerini bildirmesi
ve dahası, hesap sorulacağını ve buna karşı hazırlıklı gerektiğini bildirmesi,
onlar için bir iyiliktir.
İleriki hitapları daha iyi anlayabilmek için şunu dikkatimizde
tutalım ki, insanın en büyük hatası Allah hakkında bazı yanlış inanışlar tayin
etmesidir. Tembellik ederek hiç derince düşünmeden yüzeysel ve ondan bundan
duyduklarıyla yanlış bir akide oluşturuyor. Bu en büyük bir ahmaklıktır. Çünkü
onun böyle inancı bütün hayatını doğru yoldan saptırarak ebedi hayatını
mahvetmektedir. Asıl sebep kendini sorumsuz zannederek tembellik etmesi ve
kendini tehlikeye atmasıdır. Allah Teala hakkında nasıl bir inanca sahip olursa
olsun, bir şeyin değişmeyeceği yanılgısına düşüyor. Çünkü ölümden sonraki hayata
ve orada her şeyden sorulacağına inanmamaktadır. İnanıyorsa da, orada eğer bir
sorgu sual olduğunda bu dünyada onu himaye eden bazı zevatın kendisini
kurtaracağını zannetmektedir. Bu gibi sorumsuz düşünceler dolayısıyla insan, bir
inanç seçme konusunda ciddiyetsizlik göstermektedir. Onun için rahatça ateizmden
şirke kadar bir dizi mantıksız düşünceleri bir inanç haline getirerek, kendini
de başkalarını da saptırarak batağa sürüklemektedir.
4. Çünkü muhatap olan kavim müşrikti. Bu yüzden onlara,
sorumsuzca, ciddi ciddi düşünmeden, gayri makul bir inanç üzerinde ısrar etmekte
oldukları uyarısında bulunulmaktadır.
Onlar her ne kadar bu dünyanın yaratıcısının Allah olduğuna
inanıyorlarsa da, bununla beraber başkalarını da ma'bud olarak kabul edip onlara
yalvarmakta, hacetlerinin ve problemlerinin hallolmasını onlardan
istemekteydiler. Onlara secde edip adaklar adıyorlardı. Kendi talihlerini
bunların değişteribileceğini zannediyorlardı. Aynı kişilere, "Neye dayanarak siz
bunları ma'bud olarak kabul etmektesiniz", diye sorulmaktadır. Açıktır ki, Allah
(c.c) yanında başkalarına da ma'budiyyet nisbet etmenin iki temel sebebi
olabilir: Birincisi, ya bir kimse yer ve göğün yaratılmasında Allah'tan
başkalarının da bir payı olduğu konusunda bir bilgi sahibidir, ya da falanca
kimsenin ilahlıkta kendi ortağı olduğunu bizzat Allah Teala'nın kendisi
söylemiştir. Şimdi hiç bir müşrik ibadet etmekte olduğu ma'bud hakkında, bunun
Allah'ın ortağı olduğunu iddia edecek bir bilgi sahibi değildir. Ayrıca Allah
tarafından indirilen hiçbir kitap gösterilemez ki, Allah kendisinin bir ortağı
olduğunu bildirmiş olsun. O zaman onların bu şirk inançlarının kesinlikle bir
aslı-astarı yoktur.
Bu ayatteki "Önceden gelmiş kitaplardan" murad, Allah'ın daha
önce inzal ettiği kitaplardır. "Bir bilgi kalıntısı"ndan murad, sonraki
nesillere itimat edilen bir vasıtayla ulaşmış eski devirlerdeki nebilerin ve
salihlerin talimatlarının kırpıntılarıdır. Bu iki vasıtayla insana ulaşan hiçbir
şeyde şirkten bir iz yoktur. Şimdi Kur'an'ın tebliğ etmekte olduğu bütün semavi
kitapların ittifak ettiği tevhid ve evvelki ilimler hakkında ne kadar eser
kalmışsa bunlarda da şirkin hiçbir izine rastlanmamaktadır. Bunlarda herhangi
bir nebi, veli ya da salih kişinin herhangi bir zaman Allah'tan başkasına
kullukta bulunmak için vaaz verdiğine dair hiçbir iz de yoktur. "Kitap"tan murad
ilahi kitaplardır..."Bilgi kalıntısı"ndan murad da "Nebilerin ve salihlerin
bıraktığı ilimdir" sözünü bir an için bir kenara bıraktığımızı var sayalım. Bu
sefer hiçbir bilimsel kitapta veya dini ve dünyevi bilimler mutahassıslarının bu
güne kadar yapmış oldukları hiç bir araştırma da, yeryüzü ve gökyüzünün herhangi
bir kısmını Allah Teala'nın yanında başka bir tanrının yarattığına dair ya da bu
dünyada insanların istifade ettiği nimetleri Allah (c.c) değil de başka
birisinin yarattığına dair en ufak bir emare yoktur.
5. "Cevap"tan murad, karşılık verme, harekette bulunmadır.
Sadece kelimelerle, sesle ya da yazıyla cevap veriş değildir. Bundan anlaşılan
şudur: Her kim eğer bu ma'butlara yakarır, yardım talebinde bulunursa, ellerinde
yetkileri olmadığı için bunlar olumlu veya olumsuz bir karşılık veremezler. İzah
için bkz. Ez-Zümer an: 33.
"Kıyamete kadar cevap veremiyecek" demek, bu dünya kaim olduğu
sürece onlar hiçbir cevap veremiyecek demektir. Ama daha ileriki ayetlerde de
açıklandığı gibi kıyamet meydana geldikten sonra ise bu ma'budlar kendilerine
ibadet edenlere düşman olacaklardır.
6. Yani, onların yalvarış-yakarışları zaten onlara ulaşamaz. Ne
kendi kulaklarıyla onları duyarlar, ne de başka bir vasıtayla, bu dünyada onları
birisinin çağırdığı haberi kendilerine ulaşmaz. Bu ayeti şöyle izah edebiliriz;
dünyadaki müşriklerin Allah'tan başka dua ettikleri ma'budları şu üç grupta
toplayabiliriz: Birincisi, bu ruhu ya da şuuru olmayanlar, ikincisi, geçmişteki
salih insanlar ve üçüncüsü, kendileri sapıttıkları gibi başkalarını da yoldan
çıkararak bu dünyadan göçen insanlar. Birincilerin ne kendilerine ibadet edenler
ne de yapılan dualar hakkında bir haberleri yoktur. İkinci kısımdakiler ise
aslında Allah'ın sevdiği mukarreb kullardı. Bunlar da şu iki sebepten dolayı bu
durumda oluşlarından habersizdirler. Evvela, Allah'ın yanında öyle bir alem
vardır ki bu dünyanın sesleri oraya ulaşamaz ve ikinci olarak, Allah Teala ve
melekler kasten bu haberleri onlara ulaştırmazlar. Çünkü bu olanları duymak
onlar için üzüntü kaynağı olacaktır. Onlar bütün hayatları boyunca yalnızca
Tevhidi ve sadece Allah'a istigâse'de bulunmayı öğretmişlerdi. Şimdi ise
bazıları onlardan yardım dilemekteler. Allah Teala bunlara böyle haberleri
vererek onları üzmek istemez. Üçüncü gruptaki ma'budlara gelince, düşünürsek
bunların da habersiz kalmalarının iki sebebinin olduğunu anlarız: Birincisi,
bunlar suçlu olarak Allah'ın indinde beklemektedirler ve bu dünyadan hiç bir
sada onlara ulaşamaz. İkinci sebep ise, Allah Teala ve melekler, bu dünyada
yapmış oldukları misyonun başarıya ulaştığı ve şimdi bazı kimselerin kendilerine
taptığı haberlerini duyurarak onları sevindirmek istemez. Allah zalimlere böyle
memnuniyetler bahşetmez.
Burada şu hususu da izah edelim ki, Allah (c.c) kendi salih
kullarına bu dünyada gönderilen selam ve rahmet dualarını ulaştırır. Çünkü bu
onlara memnuniyet verecektir. Öte yandan suçlulara da bu dünyadan gönderilen
lanet ve bedduaları ulaştırır. Mesela bir hadise göre, Bedir Savaşı'nda kafir
olan ölülere Peygamber'in (s.a) gönderdiği lanet onlara duyurulmuş ve bu onların
eziyetini artırmıştı. O, hiçbir şekilde kendi salih kulları için üzüntü verecek,
kafir ve mücrimlere memnuniyet verecek bir haberi onlara ulaştırmaz. Böylece
"sem'i mevta" (ölülerin işitmesi) konusuna bir açıklık getirilmiş
olmaktadır.
6 İnsanlar (bir araya getirilip)
haşrolunduğu zaman, (Allah'tan başka taptıkları) onlara düşman kesilirler ve
onların (kendilerine) ibadet etmelerini de tanımazlar.7
7 Onlara açık belgeler olarak ayetlerimiz
okunduğu zaman, o küfredenler kendilerine gelmiş olan hak için dediler ki: "Bu,
apaçık bir büyüdür."8
AÇIKLAMA
7. Yani, onlar açık açık "Biz hiç bir zaman onlara bize ibadet
edin demedik. Onların bize ibadet ettiklerinden bizim hiçbir ilgimiz yok. Bu
sapıklıklarının sorumlusu kendileridir. Dolayısıyla cezalarını da kendileri
çeksin, onların bu suçlarında bizim bir payımız yoktur," diyeceklerdir.
8. Mekke'de Kur'an-ı Kerim'in ayetleri okunduğu zaman, bunun
bir insan kelamı olmadığını, insan üstü bir şey olduğunu onlar hissediyorlardı.
Hiç bir şair, hatip ve en büyük edebiyatçı bile Kur'an'ın emsalsiz fesahat ve
belâgatine (büyüleyici uslubuna), hitabet ve kalpleri etkileyen yüksek
muhtevasına yaklaşamazdı bile. En önemlisi, Allah Rasulü'nün kendi kelamı bile
Allah tarafından nazil olan kelamla aynı değildir. Allah Rasulü'nü daha
çocukluğundan beri çok iyi tanıyan ve onun dilini çok iyi bilen Mekkeliler de,
Allah Rasulü'nün kendi sözleri ile Kur'an-ı Kerim'in sözleri arasında çok büyük
farklar olduğunu görüyorlardı. Aralarında kırk-elli sene gece gündüz yaşamış
olan şahsın birdenbire böyle kendi dilinden tamamıyla farklı bir kelam
uydurduğunu kabul etmek zordu. Bu gerçek onların gözleri önünde açıkça
görülüyorken onlar küfürlerinde ısrar etmekte kararlı idiler. Bu yüzden, bu
aşikar işaretleri görmelerine rağmen değil kabul etmek, üstelik "Bu bir
sihirdir" diyorlardı. (Onların Kur'an'ı bir sihir olarak nitelemelerinin
açıklamasını daha önce yapmıştık. Bkz. El-Enbiya an: 5, Sâd an: 5)
8 Yoksa: "Kendisi onu uydurdu" mu
diyorlar?9 De ki: "Eğer onu ben uydurdumsa, bu durumda siz, Allah'tan bana
(gelecek) olan hiç bir şeye (karşı) malik olamazsınız. Sizin kendisi (Kur'an)
hakkında, ne taşkınlıklar yapmakta olduğunuzu O daha iyi bilendir. Benimle sizin
aranızda şahid olarak O yeter. 10O, çok bağışlayandır, çok
esirgeyendir."11
9 De ki: "Ben peygamberlerden bir türedi
değilim, bana ve size ne yapılacağını da bilemiyorum. Ben, yalnızca bana
vahyedilmekte olana uymaktayım ve ben, apaçık bir uyarıcı-korkutucudan başkası
değilim."12
10 De ki: "Gördünüz mü-haber verin; eğer
(bu Kur'an,) Allah katından ise, siz de ona (karşı) küfretmişseniz13 ve
İsrailoğullarından bir şahid de bunun bir benzerine şahidlik edip iman etmişse
ve siz de büyüklük taslamışsanız (bunun sonucu ne olacak)?14 Şüphesiz Allah,
zalim olan bir kavmi hidayete erdirmez."
AÇIKLAMA
9. Bu şekilde sorarak beyan etmede şiddetli bir hayret ifadesi
vardır. Yani, bunlar o kadar hayasızdırlar ki, Allah Rasulü'nü, Kur'an'ı
uydurmakla itham edebilmekteler. Halbuki çok iyi biliyorlar ki, bu onun tasnif
ettiği bir kelam değildir.
Onların "sihirdir" demeleri ise bu kitabın sıradan, alalede bir
kelam olmadığının ve bunu bir insanın tasnif edemeyeceğinin, bir insan için
böyle bir kelamı meydana getirebilmenin mümkün olamayacağının kendi ağızlarıyla
itirafıdır.
10. Çünkü onların bu ithamı asılsızdır ve tamamıyla bir inat
mahsulüdür. Bu yüzden bir delil ileri sürmeye ihtiyaç duyulmamıştır. Sadece
"Gerçekten eğer sizin dediğiniz gibi bu kelamı ben tasnif etmişsem bu, Allah'a
en büyük iftiradır. O zaman Allah'ın cezasından beni siz mi kurtaracaksınız? Ve
eğer sizin bana yalan iftirada bulunarak reddettiğiniz bu kelam Allah'ın kelamı
ise o zaman Allah size ne yapacaktır, göreceksiniz" demekle yetinilmiştir.
Allah'tan hiç bir şey gizli kalmaz. Doğru kimdir? Yalancı kimdir? Bunlar
hakkında en iyi kararı verecek O'dur. Eğer bir şey hususunda bütün dünya yalan
dese ama, Allah'ın indinde o şey doğruysa son karar Allah'ın ilmine göre
verilir. Eğer bütün dünya bir şeyi doğrulasa da Allah'ın indinde o şey yalan ise
o zaman Allah'ın indinde son karar yine yalan olarak verilecektir. Onun için
saçma sapan şeyler konuşmak yerine kendi ahiretinizi düşünün.
11. Bu cümlenin iki manası vardır. Birincisi, sizin hâlâ bu
dünyada yaşıyor olmanız Allah'ın bir lütfudur. Eğer Allah'ın rahmeti ve lütfu
olmasaydı, O'na karşı yaptığınız iftiralar sizi hemen yok ederdi. İkinci bir
nefesi almaya bile size müsade edilmezdi. Diğer bir manası da "Ey insafsızlar!
Şimdi artık bu inadınızdan vazgeçin. Allah'ın rahmet kapısı hâlâ açıktır.
Yaptıklarınızı affedebilir," şeklinde olabilir.
12. Bu buyruğun arka-planı şudur: Nebi (s.a) risaletini ilan
ettikten sonra Mekke'dekiler ona acayip şeyler söylemeye başladılar. Diyorlardı
ki, "Bu ne biçim Rasuldür, çoluk çocuğu var, pazarda dolaşır, yer içer ve bizim
gibi bir insandır. Bizden ne farkı var ki biz onu Allah'ın özel olarak
gönderdiği bir elçi olarak tanıyalım?" Ve yine bunlar diyorlardı ki "Eğer bu
şahıs Allah'ın Rasulü olsaydı en azından Allah onun peygamberliğini ilan etmek
için hizmetine bir melek verirdi. Her kim ona karşı çıkar, saygısızlık yaparsa
bu melek onları kamçılardı. Nasıl olur da Allah bir kimseyi Rasul olarak
göndersin de o kimseyi Mekke'nin sokaklarında böyle eziyetlere karşı çaresiz
bıraksın? Kendi Rasulü için hiç olmazsa bahçe içerisinde muhteşem bir saray
yapardı. Hanımının serveti bittikten sonra açlık çekmez ve Taif'e giderken
altında bir bineği olurdu." Dahası ondan acaip acaip mucizeler göstermesini ve
gaipten haber vermesini talep etmekteydiler. Onların düşüncesine göre bir
kimsenin Allah'ın Rasulü olması, onun insan üstü bazı güçlere sahip olmasını
gerektirir.
Bir işaretiyle dağları yerinden oynatır, bir işaretiyle kurak
çölleri güllük gülistanlık hale çevirirdi. Bütün olmuş ve olacak her şeyin
ilmine sahip olmalıdır. Gaipteki bütün gizli şeyleri görebilmelidir.
Bu itirazlara, her cümlesinde bir anlam taşıyan bu ayette cevap
verilmiştir. Buyrulmaktadır ki "Onlara söyle: "Ben türedi bir peygamber değilim"
Yani, "Benim peygamberliğim dünya tarihinde ilk kez olan bir şey değildir ki, bu
size acaip gelsin. Peygamberlerin böyle değil de şöyle olmasına niye o kadar
şaşırıyorsunuz? Benden önce de pek çok Rasul gelmişti. Benim onlardan bir farkım
yok. Ne zaman bir peygamber gelmiştir de onun çoluk çocuğu olmamış, yiyip
içmemiş ve diğer normal insanlar gibi yaşamamıştır? Hangi peygamberin yanında
(onun risaletini duyurmak için) elinde kırbaç bulunan bir melek vardı. Hangi
Rasulün bağlar-bahçeler içerisinde bir sarayı vardı? Hangi Rasul, insanları
Allah'ın tarafına davet etmek için eziyetler çekmemişti? Ve hangi Rasul kendi
yetkisiyle mucizeler göstermiş ve yine kendi izniyle her şeyi bilmiştir. Öyleyse
şimdi siz benim peygamberliğimi sınamak için bu acaip acaip soruları nereden
çıkarıyorsunuz?" Daha sonra şöyle buyurulmuştur: "Onlara de ki: Bana ve size
yarın ne yapılacağını da bilmiyorum. Ben sadece bana vahyedilen şeye uyarım."
Yani, ben gaybı bilen değilim ki geçmiş, hal ve gelecek bana açık olsun ve
dünyada her şey benim bilgim içerisinde bulunsun. Değil sizlerin geleceği, ben
kendi geleceğimi bile bilmiyorum. Ben ancak vahiy vasıtasıyla bana verilen ilim
kadar bilebilirim. Hiç bir zaman bundan daha fazlasını bildiğimi iddia etmedim.
Ve hangi Rasul gelmiş ki o şimdi sizin benden istediğiniz gibi herşeyi bildiğini
iddia etmiştir? Gayb hakkında bazı haberler soruyorsunuz. Ne zaman bir Rasulün
görevi, sizin kaybettiğiniz şeyleri, hamile bir kadının erkek veya kız
doğuracağını, falan hastanın öleceğini veya iyi olacağını bildirmek
olmuştur.
En sonunda da "Onlara de ki: Ben apaçık uyarıcıdan başka bir
şey değilim" buyuruluyor. Yani ben Allah'ın yetkilerine sahip değilim ki her gün
sizin istediğiniz acaip acaip mucizeleri göstereyim. Benim gönderilmemin gayesi,
size doğru yolu göstermek ve onu reddedenleri de kötü akibetlerinden uyarmak
içindir.
13. Bu husus bundan önce Fussilet Suresi 52. ayette
işlenmiştir. İzah için bkz. Fussilet an: 69.
14. Müfessirlerin çoğu bu şahitten maksat Hz. Abdullah bin
Selâm'dır, demişlerdir. Çünkü o, Medine-i Münevvere'deki en meşhur yahudi
alimiydi.
Hicretten sonra Allah Rasulü'ne iman ederek müslüman olmuştur.
Bu hadise Medine'de meydana geldiğinden müfessirlerin kavline göre bu ayet
Medenidir. Bu şekildeki yorumun kaynağı Hz. Sa'd bin Ebi Vakkas'ın
açıklamasıdır. O'na göre bu ayet Hz. Abdullah bin Selam hakkında nazil olmuştur.
(Buhari, Müslim, Nesai, İbn Cerir) Ve aynı kaynağa dayanarak İbn Abbas, Mücahid,
Katade, Dahhak, İbn Sirin, Hasan Basri, İbn Zeyd, Avf bin Malik el-Eşci' gibi
pekçok büyük müfessir bu görüştedirler. Diğer taraftan İkrime, Şa'bi ve Masruk
"Bu ayet Abdullah bin Selâm hakkında olamaz, çünkü bütün sure Mekkîdir. Mekke'de
nazil olmuştur" demektedirler. İbn Cerir et-Taberî'de aynı görüşe katılarak
şöyle söylüyor: "Yukarıdaki bu hitabet silsilesinin muhatabı Mekke
müşrikleridir. Daha sonraki ayetlerden de anlaşılıyor ki hep Mekkeli müşrikler
muhataptır. Bu siyak ve sibak içerisinde (context) yalnız başına Medine'de nazil
olmuş bir ayetin buraya girmesi düşünülemez." Daha sonraki müfessirler bu ikinci
görüşü tercih ederlerken Saad bin Ebi Vakkas'ın rivayetini de inkar
etmemekteler. Hz. Sa'd, eskilerin adetine göre bu ayetin tam tamına İbn Selam'a
uygun düştüğü mealinde konuşmuştur. Bu sözden, bu ayetin İbn Selam'ın iman
etmesi üzerine nazil olduğu çıkarılamaz. Yalnız ne var ki bu ayet gerçekten de
tam olarak onun tavsifine uygun düşmektedir.
Zahiren ikinci görüşün daha doğru olduğu anlaşılmaktadır. O
zaman şöyle bir soru akla gelir: "Bu şahitten maksat kimdir?" İkinci görüşe
sahip olan bazı müfessirler bunun Musa (a.s) olduğunu söylemekteler. Ama bir
sonraki "O iman etmiş ve siz kibir içindesiniz" cümlesi böyle bir yorumla hiç de
uyum sağlamamaktadır. En doğru izah müfessir Nisaburî ve İbn Kesir'indir. Yani
bunlar: "Burada şahitten belirli bir şahıs kastedilmemektedir. Bundan maksat
İsrailoğulları'ndan sıradan bir şahıstır" demişlerdir. Allah'ın buyruğunun
maksadı şudur: Kur'an-ı Kerim size şimdi sunulmaktadır, bu ilk karşılaştığınız
yeni bir şey değildir ki böyle bir şeyi ilk defa görüyoruz diye mazeret ileri
sürebilirsiniz. Bundan önce de bu gibi talimatlar İsrailoğulları'na vahiy
yoluyla Tevrat ve diğer semavi kitaplar şeklinde gelmiştir. Onları sıradan bir
insan bile kabul etmişti. Allah'ın kendi talimatlarını yalnızca vahiy
vasıtasıyla gönderdiğini sıradan bir insan bile kabul etmiştir. Onun için vahiy
ve onun getirdiği talimatların acaip ve anlaşılmaz bir şey olduğunu iddia
edemezsiniz. Aslında sizin inanmanıza mani olan sizin kendi kibir ve
böbürlenmenizdir.
11 Küfretmekte olanlar, iman etmekte
olanlar için dedi ki: "Eğer O (Kur'an veya iman) hayırlı bir şey olsaydı, ona
bizden önce koşup-yetişemezlerdi."15 Oysa onlar, onunla hidayete
ermediklerinden: "Bu, eski bir yalandır" diyecekler.16
12 Bundan önce de, bir rehber (imam) ve bir
rahmet olarak Musa'nın kitabı var. Bu da, zulmedenleri uyarıp-korkutmak17 ve
ihsanda bulunanlara bir müjde olmak üzere, (kendinden önceki kitapları)
doğrulayıcı ve Arapça bir dil ile olan bir kitaptır.
13 Şüphesiz: "Bizim Rabbimiz Allah'tır"
deyip sonra dosdoğru bir istikamet tutturanlar (yok mu); artık onlar için korku
yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır.18
14 İşte onlar, cennet halkıdır; yapmakta
olduklarına karşılık olmak üzere, içinde ebedi olarak kalıcıdırlar.
15 Biz insana, 'anne ve babasına' iyilikle
davranmasını tavsiye ettik. Annesi onu güçlükle taşıdı ve onu güçlükle doğurdu.
Onun (hamilelikte) taşınması ve sütten kesilmesi, otuz aydır.19 Nihayet güçlü
(erginlik) çağına erip kırk yıl (yaşın)a ulaşınca, dedi ki: "Rabbim, bana, anne
ve babama verdiğin nimete şükretmemi ve senin razı olacağın salih bir amelde20
bulunmamı bana ilham et; benim için soyumda da salahı ver. Gerçekten ben tevbe
edip sana yöneldim ve gerçekten ben müslümanlardanım."
AÇIKLAMA
15. Bu, Kureyş'in ileri gelenlerinin, halkı Rasulullah'tan
soğutmak için kullandıkları delillerden biridir. Diyorlardı ki, "Eğer Kur'an hak
bir söz olsaydı bunu en önce biz kabul ederdik. Nasıl olur ki, bir kaç
tecrübesiz genç ve aşağı sınıftan birkaç köle bunu makul olarak görür de, bizim
ileri gelenlerimizden akıllı, dünya görmüş ve tecrübelerine, zekalarına herkesin
itibar ettiği kişiler görmez. O halde onun sıradan halkı inandırmak gayreti
içerisinde oluşu da bu davette muhakkak bir yanlışlık olduğunu ve bu yüzden de
kavmin ileri gelenlerinin bunu kabul etmediğini göstermektedir. O halde siz de
ondan uzak durun."
16. Yani, bunlar kendilerini hak ile batıl arasında bir kıstas
olarak görmekteler. Zannediyorlardıki eğer kendileri bir şeyi hidayet olarak
kabul etmemişlerse, bu demektedir ki bu muhakkak bir dalalettir. Ama buna "Yeni
bir yalan" demeye cesaret edemiyorlar. Çünkü bundan evvelki peygamberler de aynı
şeyi tatbik etmişlerdi. Onların ellerinde olan bütün semavi kitaplar da aynı
hidayeti göstermekteydi. Onun için bunlar da "Eski bir yalan" demekteler. Güya
onlara göre onların dışında herkes akılsızdır. Binlerce senedir bu gerçekleri
tebliğ eden ve ona inananlar akıldan mahrumdurlar da sadece akıl bunlara
kalmıştır.
17. Yani, sapıklıkları dolayısı ile ahlak ve amel bakımından
kötülük içerisine düşen, toplumu da türlü zulüm ve haksızlıklarla dolduran ve
Allah'tan başkalarına ibadet edenlerin kötü sonuçları hakkında onlara haber
ver.
18. İzah için bkz. Fussilet an: 33-35.
19. Yani, bir evlat, hem anasına hem de babasına hizmet
etmelidir. Ama ananın hakkı daha önemlidir. Çünkü o evladı için daha fazla
ızdırap çeker. Aynı şey az çok farklı rivayetlerle Bahuri, Müslim, Ebu Davud,
Tirmizi, İbn Mace, Müsned-i Ahmed ve İmam Buhari'nin Edebül-Müfred'inde rivayet
edilen şu hadisten de anlaşılmaktadır: "Birisi Allah Rasulü'ne gelerek "Üzerime
en fazla kime hizmet etme hakkı düşer?" diye sordu. Allah Rasulü "Annen"
buyurdu. Adam "Sonra kim?" dedi. Allah Rasulü yine "Annen" diye cevapladı. Adam
aynı soruyu üçüncü defa sorunca Allah Rasulü bu sefer de "Annen" karşılığını
verdi. Dördüncüde "Babana" buyurdu." Allah Rasulü'nün bu cevabı yukarıdaki ayeti
tam manasıyla tercüme etmektedir. Burada annenin hakkına işaret edilmiştir.
Çünkü, 1) Anne onu meşakkatle karnında taşımış, 2) Meşakkatle onu dünyaya
getirmiş ve, 3) Hamilelik ve emzirme süresi otuz ay almıştır.
Bu ayet ile, Lokman Suresi'nin 14. ayeti ve Bakara Suresi'nin
233. ayetlerinden şöyle hukuki bir netice çıkmaktadır. Bir hadisede Hz. Ali, İbn
Abbas ve Hz. Osman bununla hüküm vermişlerdi. Hadise şuydu: Hz. Osman'ın
hilafeti döneminde bir şahıs Cüheyna kabilesinden bir kadın ile evlenmişti.
Evliliklerinden tam altı ay geçmişti ki sapa sağlam bir çocuk doğurdu. Bunun
üzerine o şahıs Hz. Osman'a gelerek olayı anlattı. Hz. Osman da kadının zina
yapmış olduğu kanaatine vararak recm olunması hükmünü verdi. Hz. Ali'nin bundan
haberi olunca hemen Hz. Osman'ın yanına giderek böyle bir hükme nasıl vardığını
sordu. Hz. Osman da cevaben "Kadın 6 ay sonra sağlam bir çocuk doğurmuştur, bu
açıkça onun zina yaptığının delilidir" deyince Hz. Ali "Hayır" karşılığını
vermişti. Sonra Hz. Ali yukarıda adı geçen üç ayeti okudu. Bakara Suresi'nde
Allah (c.c) buyuruyor ki "Babaları isterse anneler çocuklarını tam iki yıl
emzirirler", Lokman Suresi'nde ise yine buyuruyor ki "... İki sene onu
emzirdi..." Ve Ahkaf Suresi'nde (bu sure) buyuruyor ki "... Onun ana karnında
taşıması ve sütten kesilmesi otuz ay sürdü... "Ve şimdi eğer otuz aydan iki sene
emzirme müddetini çıkarırsak geriye altı ay hamilelik zamanı kalır. Burdan
anlaşılıyor ki hamilelik süresi en az altı aydır. Bundan sonra çocuk tam olarak
oluşmaktadır. O halde bir kadın tam altı ay sonra bir çocuk dünyaya getirse ona
zaniye hükmü verilemez." Hz. Osman bunu duyunca Hz. Ali'ye "Ben bunu hiç
düşünmemiştim" diyerek kadını çağırtmış ve daha önce verdiği hükmü
değiştirdiğini söylemiştir. Rivayette şu da zikredilmektedir:
Hz. Ali'nin bu istidlalini İbn Abbas da teyid etmiş ve ondan
sonra Hz. Osman kendi görüşünden rücu etmişti. (İbn Cerir, Cessas,
Ahkamu'l-Kur'an, ve İbn Kesir)
Şimdi bu üç ayetten aşağıdaki hükümleri çıkarabiliriz:
1) Bir kadın evlendikten sonra altı aydan daha öce sağlam
(düşük değil) bir çocuk dünyaya getirirse onun hakkında zaniye hükmü verilir ve
çocuğun nesebi kocasına intisab ettirilemez.
2) Bir kadın evlendikten altı ay veya daha fazla bir süre sonra
sağlam bir çocuk dünyaya getirirse, onun hakkında sadece bu doğuma dayanarak
zaniye ithamı yapılamaz, kocasının da onu böyle itham etmeye ve çocuğun nesebini
inkar etmeye hakkı yoktur. Çocuğu muhakkak kabul edecektir, kadın da
cezalandırılamaz.
3) Emzirme hakkının müddeti de en fazla iki senedir. Bu süreden
sonra eğer bir çocuk başka bir kadının sütünü emecek olsa, o kadın onun süt
annesi olamaz, kararı verilir. O zaman emzirme hakkında Nisa Suresi 23. ayette
beyan edilen hükümler geçerli olmayacaktır. Bu konuda ihtiyaten Ebu Hanife iki
sene yerine iki buçuk sene ileri sürerek "Emzirme yakınlığı" gibi nazik bir
konuda bir hata yapma ihtimaline karşı tedbir almıştır. Bkz. Lokman an: 23.
Burada şunu da söyleyelim ki; bugünkü tıbbi araştırmalar bir
çocuğun anne karnına en az yirmisekiz hafta ihtiyacı olduğunu söylemektedir. Bu
süreden sonra artık tam bir insan olarak dünyaya gelebilir. Bu süre altı buçuk
aydan biraz fazladır. İslam hukukuna göre takriben yarım ay daha takdir
edilmektedir. Böylece bir kadına zina ithamında bulunmak ve bir çocuğu kendi
nesebinden mahrum etmek gibi nazik bir mesele dolayısıyla bir hata olmasın diye
bir yarım ay daha süre eklenmiştir. Öte yandan hiç bir doktor, hiç bir hakim ve
bizzat hamile kalan kadının kendisi ve onu hamile bırakan erkek dahi kesinkes
hamileliğin ne zaman başladığını bilemez. Bu yüzden hamileliğin en az süresinden
biraz fazla süre tanımak uygundur.
20. Yani, bana öyle bir salih amel uygun gör ki, hem zahiri
olarak senin kanununa göre olsun ve hem de gerçek olarak senin indinde makbul
olsun. Bir amel dünyada ne kadar çok övgü görse de Allah'ın kanununa muvafık
değilse, o zaman dünyadakiler onu ne kadar överlerse övsünler, Allah'ın katında
hiçbir karşılığa müstahak olmayacaktır. Öte taraftan bir amel tam manasıyla
şeriata uygun düşse ve zahiren hiçbir eksiği olmasa ama onun niyetinde eksiklik,
riya, kibir, gösteriş veya dünya menfaati saklı olsa bu sefer de bu amel hüsn-ü
kabul görmeyecektir.
16 İşte bunlar; yapmakta olduklarının en
güzelini kabul ederiz ve kötülüklerinden geçeriz;21 (bunlar) cennet halkı
içindedirler. (İşte bu,) Onlara va'dolunan dosdoğru bir vaaddir.
17 O kimse ki, anne ve babasına: "Öf size,
benden önce nice kuşaklar gelip geçmişken, beni (diriltilip) çıkarılacağımla mı
tehdit ediyorsunuz?" dedi. O ikisi (anne ve babası) ise, Allah'a yakararak:
"Yazıklar sana, iman et, hiç şüphesiz Allah'ın va'di haktır." (derler; fakat) O:
"Bu, geçmişlerin masallarından başkası değildir" der.
18 İşte bunlar, cinlerden ve insanlardan
kendilerinden evvel gelip-geçmiş ümmetler içinde, (azab) sözü üzerlerine hak
olmuş kimselerdir. Gerçekten onlar, ziyana uğrayanlardır.22
19 Her biri için yapmakta olduklarından
dolayı dereceler vardır; öyle ki amelleri kendilerine eksiksizce ödensin ve
onlar zulme de uğratılmazlar.23
20 Küfredenler ateşe sunulacakları gün,
(onlara şöyle denir:) "Siz dünya hayatınızda bütün 'güzellikleriniz ve
zevklerinizi' tüketip-yok ettiniz, onlarla yaşayıp-zevk sürdünüz. İşte
yeryüzünde haksız yere büyüklenmeniz (istikbârınız) ve fasıklıkta bulunmanızdan
dolayı, bugün alçaltıcı bir azab ile cezalandırılacaksınız."24
AÇIKLAMA
21. Dünyada onların yaptığı en iyi amellerine göre hüküm
verilecek ve ahirette dereceleri ona göre tayin edilecektir. Onların hata ve
zayıflıkları görmemezlikten gelinecektir. Tıpkı asil ve değer bilir bir
efendinin kendi vefakar hizmetkârlarının küçük bir takım hatalarına göre değil
de onların yapmış olduğu en büyük hizmetler, fedakârlıklar ve üstün vefalarına
göre davranması gibi. O, bu hizmetkârlarının küçük hataları dolayısıyla diğer
bütün amellerini yakmayacaktır.
22. Burada iki tip karakter vurgulanmaktadır. Ve adeta
dinleyiciye bu iki karakterden hangisinin daha üstün olduğu sorularak buna
kendisinin karar vermesi istenilmektedir. Bu dönemde toplum içerisinde bu iki
tip karakter de fiilen mevcuttur. Dinleyenler için birinci tip karakterde
olanlar kimdir, ikinci tipte olanlar kimdir? Ayırdedebilmek zor değildir. Bu,
Kureyş'in ileri gelenlerinin "Eğer kitaba inanmak iyi bir şey olsaydı bu bir kaç
genç ve köleden evvel bizim inanmamız gerekirdi" demelerine cevaptır. Bunlara
verilen cevapta, sanki onlara inananların karakteri ile inanmayanların karakteri
nasıl olurmuş diye herkesin kendini kontrol edeceği bir ayna tutulmaktadır.
23. Yani, salih insanların yaptığı iyilikler karşılıksız ve
kötü insanların yaptığı kötülüklerde de cezasız kalmayacaktır. Eğer iyi bir
insan ecirlerinden mahrum kalır veya hakkettiğinden daha azını alırsa bu bir
zulüm olduğu gibi aynı şekilde kötü bir insan da hakettiği cezayı görmez ya da
hakkettiğinden fazlasını bulursa bu da bir zulüm olacaktır.
24. Burada gösterdikleri kibirden dolayı orada zelil
olacaklardır. Çünkü onlar, Allah Rasulü'ne iman etmeleri halinde yoksul ve fakir
mü'minlere katılmalarını bir şerefsizlik olarak görüyorlardı. "Onların iman
ettikleri İslam'a inanmamız halinde şerefimizi lekelemiş oluruz" diye
gururlanıyorlardı. Allah (c.c) onları ahirette zelil ve rezil edecek ve
gururlarını ayaklar altına alacaktır.
21 Âd'ın kardeşini hatırla; onun önünden ve
ardından nice uyarıcı-korkutucular gelip geçmişti; hani o, Ahkaf'taki kavmini:
"Allah'tan başkasına kulluk etmeyin, gerçekten ben, sizin için büyük bir günün
azabından korkmaktayım" diye uyarıp-korkutmuştu.25
22 Dediler ki: "Sen, bizi ilahlarımızdan
çevirmek için mi bize geldin? Şu halde eğer doğru söylüyorsan, tehdit ettiğin
şeyi, bize getir."
23 Dedi ki: "İlim ancak Allah katındadır.26
Ben size gönderildiğim şeyi tebliğ ediyorum; ancak sizi cahillik etmekte olan
bir kavim olarak görüyorum.27
AÇIKLAMA
25. Çünkü Kureyş'in ileri gelenleri, bu servetleri ve
reislikleri dolayısıyla çok gururlanıyorlardı. Bu yüzden onlara Ad Kavminin
kıssası anlatılıyor. Arap Yarımadası'nda bu kavim, bu bölgede eski zamanlarda
yaşamış en güçlü kavim olarak çok iyi bilinmekteydi.
Ahkaf, hikf'in çoğuludur. Sözlük manası "kum tepeleri"
demektir. Fakat ıstılahen Arabistan çölünün (Rubul-Hali) güney-batı kısmının
ismidir. Bugün ise bu bölgede kimse yaşamamaktadır. Bkz. aşağıdaki harita:
İbn İshak'ın rivayetine göre, Ad Kavminin yurdu, Umman'dan
Yemen'e kadar uzanmaktaydı. Kur'an, bunların asıl yurdunun El-Ehkaf olduğunu
belirtmiştir. Buradan çıkarak civarındaki ülkeler ve zayıf ülkeler üzerine
hakimiyet kurmuşlardı. Bugün bile, Arap Yarımadası'nın güneyinde yaşamakta olan
halklar, bu bölgede bir zamanlar Ad Kavminin yaşadığını bilmektedirler.
Şimdiki Mükella şehrinden 125 mil kuzeyde Hadramut taraflarında
bir makam vardır. Burada Hud'un (a.s) mezarının olduğuna inanılır. Kabr-i Hud
ismiyle meşhurdur. Her yıl Şaban ayının 15'inde Arap Yarımadası'nın değişik
yerlerinden binlerce kişi burada toplanarak bir merasim düzenlerler. Her ne
kadar tarihsel olarak bu mezar ispatlanmamışsa da burada bir kabrin inşa edilmiş
olması ve Güney Arabistan halkının çoğunun oraya rağbet etmesi, mahalli
rivayetlere göre Ad kavminin yurtlarının buralar olduğunu ispatlamaktadır. Öte
yandan yöre halkı Hadramut'ta bulunan birçok harabeyi (ruins) bu güne kadar Ad
kavminin evleri olarak anmaktadır. El-Ahkaf'ın bu günkü halini gören kimse, bir
zamanlar buralarda şanlı ve pek güçlü bir medeniyetin yaşamış olduğunu
düşünemez. Muhtemeldir ki binlerce sene önce bu bölgeler verimli ve yeşillik
idi. Daha sonra meydana gelen bir iklim değişikliği dolayısıyla bir çöl haline
gelmiş olabilir. Bu gün ise ıssız bir çöl halindedir. İçerlerine girmeye kimse
cesaret edememektedir. 1943 yılında Bavyeralı bir asker bunun güney kenarına
kadar ulaşmıştı. Bu şahıs anlatıyor: "Hadramut'un kuzeydeki yüksek tepelerinden
aşağıya bakınca bu çöl sanki bin feet kadar aşağıda gözüküyordu. Yer yer beyaz
kısımları vardı ki eğer onlara bir şey düşerse o kumun içinde mahvolur gider ve
tamamen çürürdü. Arabistan bedevileri bu bölgeden çok korkarlar ve katiyyen
oraya gitmeye cesaret edemezler. Bir kere hiçbir bedeviyi razı edemeyince yalnız
başıma gittim. Buranın kumu adeta toz gibi çok incedir. Ucuna ip bağlı bir
şakülü uzaktan fırlattım. Beş dakika içerisinde hemen kumun içine gömüldü. İpin
uç kısmı ise çürümüştü." Daha fazla malumat için bkz. (Arabia and Isles Harold
Ingrams, London, 1946, The Empty Quarter, Philby, London 1933. The Unveiling of
Arabia, R.H. Kirnan, London, 1937.)
26. Yani, sizin üzerinize ne zaman azabın geleceğini ancak
Allah bilir. Çünkü, sizin üzerinize ne zaman azabın geleceği ve size daha ne
kadar bir sürenin tanındığının kararını O verecektir.
27. Yani, siz kendi ahmaklığınız yüzünden benim uyarılarımı bir
alay olarak alıyor ve yine alay ederek azab istiyorsunuz. Allah'ın azabının ne
kadar korkunç olduğunu bilemiyorsunuz. Bu tutumunuzdan dolayı o azap size çok
yakındır.
HARİTA - I -
Ahkaf Çölünün yerini gösteren harita
24 Derken, onu (azabı) vadilerine doğru
yönelerek gelen bir bulut şeklinde gördükleri zaman, "Bu bize yağmur yağdıracak
olan bir buluttur" dediler. Hayır,28 o, kendisi için acele ettiğiniz şeydir. Bir
rüzgâr; onda acıklı bir azab vardır.
25 Rabbinin emriyle her şeyi yerle bir
eder. Böylece meskenlerinden başka, hiç bir şey(leri) görünemez duruma düştüler.
İşte biz, suçlu-günahkâr bir kavmi böyle cezalandırırız.29
26 Andolsun, biz onları, sizleri kendisinde
yerleşik kılmadığımız yerlerde (size vermediğimiz güç ve iktidar imkânlarıyla)
yerleşik kıldık30 ve onlara işitme, görme (duygularını) ve gönüller verdik.
Ancak ne işitme, ne görme (duyuları) ve ne
gönülleri kendilerine herhangi bir şey sağlamadı; Çünkü onlar, Allah'ın
ayetlerini inkâr ediyorlardı.31 Alay konusu edindikleri şey, onları
sarıp-kuşattı.
27 Andolsun, biz çevrenizde bulunan
şehirlerden (birçoğunu) yıkıma uğrattık ve belki dönerler diye ayetleri çeşitli
şekillerde açıkladık.
28 Bu durumda, Allah'ı bırakıp yakınlık
(sağlamak) için edindikleri ilahlar,32 onlara yardım etselerdi ya. Hayır, onlar,
kendilerinden kaybolup gittiler. Bu (edindikleri ilahlar ve onlara
yükledikleri), onların yalanları ve uydurmakta olduklarıdır.
AÇIKLAMA
28. Bu cevabın kim tarafından verildiği açık değildir. Sözün
gelişinden bazı fiili şartların böyle bir cevabı oluşturduğu anlaşılmaktadır.
Çünkü bu bulutların tarlalarına su getireceğini sanıyorlardı. Aslında bu bir
tufandı. Ve onları mahvetmek için geliyordu.
29. Ad kavminin hikayesinin detayı için bkz. El-Araf an: 56,
Hud an: 54-65, El-Müminun an: 34-37, Eş-Şuara an: 88-94, El-Ankebut an: 65,
Fussilet an: 20-21.
30. Yani, mal-mülk, güç ve iktidar bakımından hiçbir zaman
mukayese yapamazsınız. Sizin iktidarınız sadece Mekke şehriyle sınırlıyken,
onlar çok geniş bir ülkenin iktidarını ellerinde tutuyorlardı.
31. Bu kısa cümlede önemli bir gerçek açıklanmaktadır. İnsana,
hakikati kavrayabilmek için doğru anlayış yeteneğini ancak Allah'ın ayetleri
vermektedir. İşte bu yetenek insanda hasıl olduktan sonra insanın gözü gerçeği
görür, kulakları doğru işitir, kalbi ve zihni doğru düşünüp doğru karar verir.
Ama eğer o insan Allah'ın ayetlerini inkar ederse, o zaman gözleri olmasına
rağmen doğruyu göremez, kulakları olmasına rağmen doğruyu ve nasihatları
duyamaz, Allah'ın verdiği kalp ve zihin nimetine sahip olmasına rağmen onlarla
yanlış düşünür ve yanlış sonuçlara varır, bu sayede onun bütün bu yetenekleri
kendini mahvetmek için kullanılır.
32.En başta, Allah'ın Mukarreb kullarıdırlar, onların
vesilesiyle Allah'a yaklaşırız düşüncesiyle bu zatlara iltifat etmişler ama daha
sonra yavaş yavaş bu zatları ma'budlar edinerek, onları medet için çağırmaya ve
onlara yalvarmaya başlamışlardır. Bunların tasarruf sahibi olduklarını ve
feryadlarını dinleyerek onların sorunlarını giderebileceklerini zannediyorlardı.
İşte bu sapıklıktan onları kurtarabilmek için Allah (c.c), peygamberleri
vasıtasıyla kendi ayetlerini göndererek onları doğru yola getirmeye çalışmıştır.
Ama onlar, "Bizim, Allah yerine bunların eteklerine yapışmamız lazım" diyerek bu
sahte ilahlara ibadet etme hususunda ısrar ettiler. Şimdi, bu müşrik
topluluklara bu gibi sapıklıkları yüzünden azap geldiği zaman o edindikleri
tanrılar neredeydiler, niye onları kurtarmadılar, görün.
29 Hani cinlerden birkaçını, Kur'an
dinlemek üzere 33sana yöneltmiştik. Böylece onun huzuruna geldikleri zaman,
dediler ki: "Kulak verin;" sonra (dinleme işi) bitirilince de kendi kavimlerine
(birer) uyarıcı-korkutucular olarak döndüler.
30 Dediler ki: "Ey Kavmimiz, gerçekten biz,
Musa'dan sonra indirilen, kendinden öncekileri de doğrulayan bir kitap dinledik;
hakka ve dosdoğru olan yola yöneltip-iletmektedir."34
31 "Ey Kavmimiz, Allah'a davet edene icabet
edin ve ona iman edin; günahlarınızdan bir kısmını bağışlasın ve sizi acıklı bir
azabtan korusun."35
32 "Kim Allah'a davet edene icabet
etmezse,36 artık o, yeryüzünde (Allah'ı aciz bırakacak değildir ve onun O'ndan
başka) velileri de yoktur. İşte onlar, apaçık bir sapıklık
içindedirler."
33 Onlar görmüyorlar mı ki, gökleri ve yeri
yaratan ve onları yaratmaktan yorulmayan (Allah), ölüler de diriltmeye güç
yetirir. Hayır; gerçekten O, her şeye güç yetirendir.
34 Küfredenler ateşe sunulacakları gün,
(onlara şöyle denir:) "Bu gerçek değil miymiş?" Onlar: "Rabbimize and olsun,
evet (öyledir)" derler. (Allah da:) "Öyleyse küfretmekte olduklarınızdan dolayı
azabı tadın" dedi.
35 Artık sen sabret; peygamberlerden azim
sahiplerinin sabrettikleri gibi, onlar için de acele etme.37 Onlar, tehdit
edildikleri şeyi (azabı) gördükleri gün, sanki kendileri gündüzün yalnızca bir
saati kadar yaşamışlar. (Bu,) Bir tebliğdir. Artık fasık olan bir kavimden
başkası yıkıma uğratılır mı?
AÇIKLAMA
33. Bu ayetin tefsirinde, Hz. Abdullah bin Me'sud, Zübeyr,
Abdullah bin Abbas, Hasan Basri, Said bin Cübeyr, Zer bin Ubeyş, Mücahid, İkrime
ve diğer büyüklerden rivayet olunur ki, hepsi bu ayette zikrolunan cinlerin ilk
gelişinin Batn-ı Nahle'de vuku bulduğu hususunda müttefiktirler. İbn İshak, Ebu
Nuaym El-İsfahani ve Vakîdî'nin beyanına göre bu hadise, Allah Rasulü Taif'ten
üzgün olarak Mekke'ye dönerken yolda Nahle denilen yerde konakladığında, orada
kıldığı yatsı veya sabah ya da teheccüd namazı sırasında olmuştur.
Cinlerden bir grup bu sırada oradan geçmekteydiler ve Allah
Rasulü'nün Kur'an okuyuşunu duyduklarında dinlemek için durdular. Bütün
rivayetler ittifakla cinlerin, orada Allah Rasulü'ne kendilerini belli
ettirmediklerini ve Rasulüllah'ın da onları farketmediğini söylemektedirler.
Fakat bilahare Allah Teala vahiy vasıtasıyla onların Kur'an dinlediklerinin
haberini vermiştir. Bu hadisenin geçtiği yer, Ez-Zeyma veya Es-Sebil-ul-Kebir
denilen yerlerden birisidir. Bu yerlerin ikisi de Vadi-n-Nahle'de bulunmaktadır.
Su ve yeşillik vardır.
Taif'ten gelmekte olan bir kimse eğer yolda mola verirse ancak
bu iki yerden birisinde konaklar. Bkz. Aşağıdaki harita:
HARİTA - II -
Nahle Vadisinde ez-Zeyme ve es-Seylu'l Kebir'i gösteren
harita
34. Buradan da anlaşılıyor ki, bu cinler daha önce Hz. Musa'ya
ve diğer semavi kitaplara inanıyorlardı. Kur'an'ı işittikten sonra bunun da daha
önceki peygamberlerin tebliğ ettiği aynı kelam olduğunu anladılar. Bu yüzden bu
kitaba ve onu getiren Rasulüllah'a hemen iman ettiler.
35. Muteber rivayetlerden anlaşılmaktadır ki, bu hadiseden
sonra cinler, peşpeşe heyetler halinde Allah Rasulü'nün huzuruna gelmeye ve
onunla yüzyüze sohbet etmeye başladılar. Hadis kitaplarında bu konudaki
rivayetleri topluca mütala edecek olursak hicretten önce Mekke'de Allah
Rasulü'nün huzuruna en azından altı heyetin geldiği anlaşılır.
Bir heyet hakkında Abdullah İbn-i Mes'ud diyor ki: "Mekke'de
bir gün Allah Rasulü bütün bir gece yok oldu. Biz de acaba ona birisi mi
saldırdı diye merak ediyorduk. Sabah olunca Hira dağındaki mağaradan geldiğini
gördük. Sorduğumuzda "Bir cin çağırmıştı, onunla giderek bir cin taifesine
Kur'an okudum" dedi (Müslim, Müsned-i Ahmed, Tirmizi ve Ebu Davud.)
Yine Abdullah İbn Mes'ud'dan başka bir rivayette "Allah Rasulü
bir gün Mekke'de ashab-ı kirama "Bu gece cinlerle konuşma yapacağım, içinizden
bana refakat edecek var mı?" diye sordu. Ben de hemen "Evet, ben varım" dedim.
Mekke'nin kuzeyinde bir yere vardık. Allah Rasulü bir çizgi çizerek bana bu
çizgiden daha ileriye geçmememi söyledi. Sonra kendisi daha ileri giderek orada
Kur'an okumaya başladı. Gördüm ki pek çok kişi Allah Rasulü'nün etrafında
toplanmış ve benimle Allah Rasulü'nün arasını doldurmuşlar." (İbn Cerir,
Beyhaki, Delail-ün-Nübüvve; Ebu Nuaym el-Isfahani)
Daha sonra başka bir gece yine Abdullah İbn-i Mesud, Allah
Rasulü Mekke'de Hecun denilen yerde cinlerin bir meselesini hallediyorken onun
yanındaydı. Yıllar sonra İbn-i Mesud (r.a) Kufe'de toprağı işleyen bazı insanlar
gördüğünde "Hecun mevkiinde gördüğüm cinler işte bunlara benziyordu." demişti.
(İbn Cerir.)
36. Bu cümle, cinlerin sözlerinin bir kısmı olabilir. Ya da bu
söz cinlerin sözlerine eklenmiş Allah'ın sözüdür. Siyak ve sibaktan ikinci
görüşün daha tercihe şayan olduğu anlaşılmaktadır.
37. Yani, nasıl senden önceki peygamberler kavimlerinin eziyet,
muhalefet ve kötü davranışlarına karşı senelerce yılmadan mücadele vermişlerse,
sen de öyle çalışmaya devam et. Bunların hemen iman edeceğini, eğer iman
etmezlerse Allah'ın onlara hemen azab indireceğini hiç düşünme.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder