SURENİN TEFSİRİ






KURAN'I KERİM TEFSİRİ(Ebu'l A'la el-mevdudî)
46

AHKAF SURESİ

GİRİŞ

Adı: Sure adını, 21. ayette geçen "... hani o Ahkaf'ta kavmini uyarmıştı..." ibaresinden almaktadır.

Nüzul Zamanı: Bu surenin nüzul zamanı 29-32. ayetler arasında anlatılmakta olan bir tarihi vakıadan tespit olunmaktadır. Bu ayetlerde, cinlerin Kur'an-ı Kerim'i dinleyerek topluluklarına geri dönmeleri açıklanır. Bu hadise hakkında hadis ve siyer kitaplarındaki ittifak edilen rivayete göre, Allah Rasulü Taif'ten Mekke'ye geri dönerken yolda Nahle denilen yerde konaklamıştı. Ve bütün güvenilir tarihi rivayetlere göre Allah Rasulü'nün Taif'e gitme olayı hicretten üç sene önce meydana gelmiştir. Dolayısıyla o zaman bu sure nübüvvetin 10. senesinin sonu ile 11. senesinin başlarında nazil olmuştur.

Tarihsel Arka-Plan: Nübüvvetin 10. yılı Allah Rasulü'nün hayatındaki en zor ve çetin yıldı. Tam üç seneden beri Kureyş'in bütün kabileleri Haşimoğulları'na ve müslümanlara boykot uyguluyorlardı. Allah Rasulü, kabilesi ve diğer arkadaşlarıyla beraber Şi'bi Ebi Talip
denilen yerde mahsur idiler.

Kureyşliler bu mahalleyi tamamıyla kuşatma altında tutuyorlar ve kimse de bu ablukayı yararak müslümanlarla irtibata geçemiyor ve alışveriş yapamıyordu. Ancak Hac sırasında müslümanlar dışarı çıkarak alış-veriş yapabiliyorlardı. Fakat o zaman bile eğer Ebu Leheb bir kimseyi pazarda gelen ticaret kervanlarından bir şey satın almak isterken görürse hemen satıcıya "Bunlara en yüksek fiyatı söyle ki alamasınlar, daha sonra ben o malı senden alırım, bir zararın olmaz" demekteydi. Peşpeşe üç senelik bu kuşatma müslümanların, Haşimoğulları'nın belini iyice bükmüştü. O kadar zor günler geçirdiler ki bazen ot bazen de ağaç yaprakları yemeye mecbur kaldılar.

Üç sene sonra bu kuşatma kalkacaktı ama bu sefer de bir müddet sonra, on küsür yıldır Kureyşlilere karşı Allah Rasulü'nü korumakta olan amcası Ebu Talip vefat edecek ve bu hadiseden bir ay bile geçmeden de, nübüvvetin başlangıcından bu güne kadar Allah Rasulü'nün en büyük destekcisi ve teselli edicisi olan hanımı Hz. Hatice vefat edecekti. Peşisıra gelen bu darbeler yüzünden Allah Rasulü bu seneyi "Hüzün Yılı" olarak adlandırmıştı.

Ebu Talib'in ve Hz. Hatice'nin vefatlarından sonra Mekkeli kafirler, Allah Rasulü'ne karşı daha bir cüretlenmişler ve ona eskisinden daha fazla eziyet etmeye başlamışlardı. Hatta Allah Rasulü evinden dışarı bile çok zor çıkabiliyordu. Ve İbn Hişam'ın rivayetine göre gene bu dönemde Kureyşli serserilerden biri Allah Rasulü geçerken onun yüzüne toprak atmıştı.

Daha sonra Allah Rasulü, Beni Sakîfe'yi İslam'a davet etmek veya hiç olmazsa orada kalmasına izin verirler belki diye Taif'e gitti. O zaman Allah Rasulü'nün bir binek almaya bile maddi gücü yoktu. Taif'e kadar bütün yolu yaya olarak gitti. Bazı rivayetlere göre giderken yalnız başınaydı. Bazı rivayetler ise yanında Hz. Zeyd bin Harise'nin olduğunu söylemektedir. Orada birkaç gün kaldı. Beni Sakîf'in ileri gelenleri ile tek tek görüştü. Fakat hiçbirisi ona kulak asmadılar. Üstelik acele şehri terk etmesini istediler. Çünkü Allah Rasulü'nün davetinin gençleri ifsad edeceğinden endişeliydiler. Sonunda Taif'i terk etmeye mecbur kaldı. Allah Rasulü şehri terk ederken beni Sakif'in ileri gelenleri bazı serserileri peşinden gönderdiler. Bunlar yolun iki tarafına geçerek Allah Rasulü'ne hem küfür ediyorlar hem de taş atıyorlardı. Allah Rasulü (s.a) yaralandı, ayakları kan içerisinde kaldı. Bu halde Taif'in dışarılarında bir bahçenin duvarının gölgesine yaslanarak Allah'a şöyle nidada bulundu. "Ey Allahım! Senin huzurunda çaresizliğimi ve halkın nazarında kıymetsizliğimi şikayet ediyorum. Ey merhametlilerin en merhametlisi, Sen mustazafların Rabbisin.

Benim Rabbim Sensin. Beni kimlerin eline bırakıyorsun? Bana bu kadar sert davranan insanların eline bırakıyorsun, üzerime çullanan bir düşmana bırakıyorsun. Eğer sen benden dargın değilsen, ben bu musibetlere aldırmam. Fakat eğer tarafından bana bir afiyet nasib olursa daha rahatlayacağım. Sana sığınırım. Senin Nurun bu zulmeti aydınlatır. Dünya ve ahiret işlerini düzeltir. Beni, senin gazabının üzerime gelmesinden ya da ikabına müstehak olmamdan koru. Benden hoşnut olacağın şekilde senin rızana uyayım. Senin kuvvetinden başka kuvvet yoktur." (İbn Hişam C. 2, Sayfa: 62.)

Allah Rasulü üzgün bir vaziyette geriye dönerken Karnel-Menazil'e yaklaştığında havada bir bulut sezdi. Yukarı bakınca da Cebrail'i (a.s) gördü. Cebrail ona "Senin kavmin sana nasıl bir karşılıkta bulunmaktaysa Allah (c.c) onu duymuştur. Dağların idaresinden sorumlu meleği gönderdi. Şimdi ne istiyorsan emret" dedi. Bunun üzerine bu melek Allah Rasulü'ne selam vererek şöyle dedi: "Emret, bu iki dağı bunların kafasına geçireyim" Allah Rasulü ise "Hayır" dedi. "Ben ümid ederim ki, Rabbim onların zürriyetinden, bir Allah'a ibadet eden ve O'na eş koşmayanlar çıkaracaktır." (Buhari; Yaratılışın Başlangıcı, Meleklerin Zikri. Müslim: Kitabu'l-Meğazi. Nesai: Baas.)

Allah Rasulü bu olaydan sonra bir kaç gün daha Nahle denilen mevkide konakladı. "Taif'te olup bitenler büyük ihtimalle Mekke'ye ulaşmıştı, şimdi nasıl Mekke'ye geri döneceğim? Kafirler bundan da cesaret alarak daha şedidleşecekler" diye düşünüyordu. Ayrıca bu günlerde bir gün Allah Rasulü namazda Kur'an okuyorken cinlerden bir taife oradan geçmekteydi. Onun Kur'an okuyuşunu duymuştular. Ve ona iman etmişler, kendi topluluklarına geri dönerek İslam'ı tebliğ etmeye başlamışlardı. Bunun üzerine Allah (c.c) "İnsanlar senin davetinden yüz çevirmelerine rağmen, bu cinler sana iman ettiler ve kendi topluluklarına onu tebliğ etmekteler," diyerek onu müjdelemişti.

Konu: İşte bu şartlar altında Allah Rasulü'ne bu sure nazil olmuştur. O şartları göz önünde bulundurarak bu sureyi mütalaa edecek herkesin, bu kelamın gerçekten Muhammed'in sözü olmadığına, bunu nazil edenin kuvvet ve hikmet sahibi Allah olduğuna dair hiçbir şüphesi kalmayacaktır. Surenin başından sonuna kadar hiçbir yerinde yukarıda anlattığımız bu gibi zor şartların altından henüz çıkmış bu insani hislerden ve cezbelerden bir eser görülemez. Eğer bu kitap, peşpeşe bu darbelere, musibetlere maruz kalan ve Taif'teki o son hadisenin hâlâ şiddetli ıstırabı içerisinde olan Muhammed'in (s.a) kelâmı olsaydı muhakkak bütün bu hadiseler ona yansırdı.

Aksine bu surede onlardan bir iz bile yok. Az yukarıda Allah Rasulü'nün Allah'a yakarışını nakletmiştik. Kendi kelâmıydı o, her kelimesi dert ve ıstırap dolu. Ama o sırada nazil olan ve onun mübarek ağzından aktarılan bu surede bu acılara hiç rastlanılmamaktadır.

Surenin konusu, kafirlerin sapık amellerinin kötü sonucundan onları uyarmaktır. Onlar kibirle bu sapıklıklarında ısrar ediyorlar ve onları bu sapıklıklardan korumaya çalışan şahsa da saldırıyorlardı. Kafirler bu dünyayı sadece amaçsız bir oyun ve kendilerini de bu dünyada sorumsuz mahluk zannediyorlardı. Tevhid daveti onlara göre batıldı. Allah'a bir takım şerikler koşarak onlara ibadet ediyorlardı. Bu Kur'an'ın Allah'ın kelamı olduğuna inanmıyorlardı. Risalet hakkında ise kafalarında acaip cahilane düşünceler vardı. Muhammed'in (s.a) peygamberlik davasını sınamak için çeşit çeşit acaip sorularda bulunuyorlardı. İslâm'ın hak bir din olmadığına en büyük şahit olarak kabilelerinin ileri gelenlerinin, reislerinin bu dine inanmamaları fakat bir kaç tane genç, bir kaç fakir ve birkaç kölenin inanmalarını gösteriyorlardı. Ayrıca, kıyamet, ölümden sonra diriliş ve ceza-mükafatı da uydurma ve bunların vuku bulmalarının imkansız olduğunu zannediyorlardı.

Bu surede özet olarak, kafirlere, akıllarıyla ve burhanlarla hakikatı anlatmaya çalışma yerine, taassub ve inatlarından dolayı Kur'an'ı ve Peygamber'in risaletini inkar etmeleri halinde sonlarını harap ettikleri, tek tek şahitler gösterilerek anlatılmıştır.

Rahman Rahim olan Allah'ın adıyla

1 Hâ, Mîm.

2 Kitabın indirilmesi, üstün ve güçlü olan, hüküm ve hikmet sahibi Allah'tandır.1

3 Biz gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunanları ancak hak ve adı konulmuş bir ecel (belli bir süre) olarak yarattık.2 Küfredenler ise, uyarılıp-korkutuldukları şeyden yüz çevirmekte olanlardır.3

4 De ki: "Gördünüz mü-haber verin; Allah'tan başka tapmakta olduklarınız, yerden neyi yaratmışlar, bana gösterin? Yoksa onların göklerde bir ortaklığı mı var? Eğer doğru sözlüler iseniz,4 bundan önce bir kitap ya da ilim kalıntısı (veya bir eser) varsa, bana getirin."

5 Allah'ı bırakıp kıyamet gününe kadar kendisine icabet etmeyecek olan şeylere tapmakta olandan daha sapık kimdir? Oysa onlar, bunların tapmalarından6 habersizdirler.

AÇIKLAMA

1. İzah için bkz. Zümer an: 1, el-Casiye an: 1, ayrıca Secde suresi an: 1, göz önünde tutulursa bu surenin başındaki espriyi kavramak daha kolay olur.

2. İzah için bkz. En'am an: 46, Yunus an: 11, İbrahim an: 23, el-Hicr an: 47, en-Nahl an: 6, el-Enbiya an: 15-17, el Mü'minun an: 102, Ankebut an: 75-76, Lokman an: 51, el-Casiye an: 28, el-Duhan Suresi an: 34.

3. Yani, gerçek şu ki, bu kainat gayesiz bir eğlence değildir. Tersine bu hikmetli nizam belirli bir maksada binaen kurulmuştur. Muhakkak iyi ve kötünün, zalim ve mazlumun bütün amelleri en sonunda görülecektir. Bu kainat daimi ve ebedi değildir. Belirli bir müddeti vardır. En sonunda muhakkak bu nizam altüst olacaktır. Allah'ın adaleti için de belirli bir zaman kararlaştırılmıştır. O zaman geldiğinde muhakkak vukubulacaktır. Allah'a, Rasulü'ne ve Kitab'a inanmayı inkar edenler bu hakikatlerden yüz çevirmektedirler. Bu yaptıklarının hesabını bir gün vereceklerini hiç düşünmüyorlar. Zannediyorlar ki, Allah Rasulü bu gerçeklerden haber vererek onlara kötülük yapmaktadır. Halbuki Peygamber'in onlara geleceklerini bildirmesi ve dahası, hesap sorulacağını ve buna karşı hazırlıklı gerektiğini bildirmesi, onlar için bir iyiliktir.

İleriki hitapları daha iyi anlayabilmek için şunu dikkatimizde tutalım ki, insanın en büyük hatası Allah hakkında bazı yanlış inanışlar tayin etmesidir. Tembellik ederek hiç derince düşünmeden yüzeysel ve ondan bundan duyduklarıyla yanlış bir akide oluşturuyor. Bu en büyük bir ahmaklıktır. Çünkü onun böyle inancı bütün hayatını doğru yoldan saptırarak ebedi hayatını mahvetmektedir. Asıl sebep kendini sorumsuz zannederek tembellik etmesi ve kendini tehlikeye atmasıdır. Allah Teala hakkında nasıl bir inanca sahip olursa olsun, bir şeyin değişmeyeceği yanılgısına düşüyor. Çünkü ölümden sonraki hayata ve orada her şeyden sorulacağına inanmamaktadır. İnanıyorsa da, orada eğer bir sorgu sual olduğunda bu dünyada onu himaye eden bazı zevatın kendisini kurtaracağını zannetmektedir. Bu gibi sorumsuz düşünceler dolayısıyla insan, bir inanç seçme konusunda ciddiyetsizlik göstermektedir. Onun için rahatça ateizmden şirke kadar bir dizi mantıksız düşünceleri bir inanç haline getirerek, kendini de başkalarını da saptırarak batağa sürüklemektedir.

4. Çünkü muhatap olan kavim müşrikti. Bu yüzden onlara, sorumsuzca, ciddi ciddi düşünmeden, gayri makul bir inanç üzerinde ısrar etmekte oldukları uyarısında bulunulmaktadır.

Onlar her ne kadar bu dünyanın yaratıcısının Allah olduğuna inanıyorlarsa da, bununla beraber başkalarını da ma'bud olarak kabul edip onlara yalvarmakta, hacetlerinin ve problemlerinin hallolmasını onlardan istemekteydiler. Onlara secde edip adaklar adıyorlardı. Kendi talihlerini bunların değişteribileceğini zannediyorlardı. Aynı kişilere, "Neye dayanarak siz bunları ma'bud olarak kabul etmektesiniz", diye sorulmaktadır. Açıktır ki, Allah (c.c) yanında başkalarına da ma'budiyyet nisbet etmenin iki temel sebebi olabilir: Birincisi, ya bir kimse yer ve göğün yaratılmasında Allah'tan başkalarının da bir payı olduğu konusunda bir bilgi sahibidir, ya da falanca kimsenin ilahlıkta kendi ortağı olduğunu bizzat Allah Teala'nın kendisi söylemiştir. Şimdi hiç bir müşrik ibadet etmekte olduğu ma'bud hakkında, bunun Allah'ın ortağı olduğunu iddia edecek bir bilgi sahibi değildir. Ayrıca Allah tarafından indirilen hiçbir kitap gösterilemez ki, Allah kendisinin bir ortağı olduğunu bildirmiş olsun. O zaman onların bu şirk inançlarının kesinlikle bir aslı-astarı yoktur.

Bu ayatteki "Önceden gelmiş kitaplardan" murad, Allah'ın daha önce inzal ettiği kitaplardır. "Bir bilgi kalıntısı"ndan murad, sonraki nesillere itimat edilen bir vasıtayla ulaşmış eski devirlerdeki nebilerin ve salihlerin talimatlarının kırpıntılarıdır. Bu iki vasıtayla insana ulaşan hiçbir şeyde şirkten bir iz yoktur. Şimdi Kur'an'ın tebliğ etmekte olduğu bütün semavi kitapların ittifak ettiği tevhid ve evvelki ilimler hakkında ne kadar eser kalmışsa bunlarda da şirkin hiçbir izine rastlanmamaktadır. Bunlarda herhangi bir nebi, veli ya da salih kişinin herhangi bir zaman Allah'tan başkasına kullukta bulunmak için vaaz verdiğine dair hiçbir iz de yoktur. "Kitap"tan murad ilahi kitaplardır..."Bilgi kalıntısı"ndan murad da "Nebilerin ve salihlerin bıraktığı ilimdir" sözünü bir an için bir kenara bıraktığımızı var sayalım. Bu sefer hiçbir bilimsel kitapta veya dini ve dünyevi bilimler mutahassıslarının bu güne kadar yapmış oldukları hiç bir araştırma da, yeryüzü ve gökyüzünün herhangi bir kısmını Allah Teala'nın yanında başka bir tanrının yarattığına dair ya da bu dünyada insanların istifade ettiği nimetleri Allah (c.c) değil de başka birisinin yarattığına dair en ufak bir emare yoktur.

5. "Cevap"tan murad, karşılık verme, harekette bulunmadır. Sadece kelimelerle, sesle ya da yazıyla cevap veriş değildir. Bundan anlaşılan şudur: Her kim eğer bu ma'butlara yakarır, yardım talebinde bulunursa, ellerinde yetkileri olmadığı için bunlar olumlu veya olumsuz bir karşılık veremezler. İzah için bkz. Ez-Zümer an: 33.

"Kıyamete kadar cevap veremiyecek" demek, bu dünya kaim olduğu sürece onlar hiçbir cevap veremiyecek demektir. Ama daha ileriki ayetlerde de açıklandığı gibi kıyamet meydana geldikten sonra ise bu ma'budlar kendilerine ibadet edenlere düşman olacaklardır.

6. Yani, onların yalvarış-yakarışları zaten onlara ulaşamaz. Ne kendi kulaklarıyla onları duyarlar, ne de başka bir vasıtayla, bu dünyada onları birisinin çağırdığı haberi kendilerine ulaşmaz. Bu ayeti şöyle izah edebiliriz; dünyadaki müşriklerin Allah'tan başka dua ettikleri ma'budları şu üç grupta toplayabiliriz: Birincisi, bu ruhu ya da şuuru olmayanlar, ikincisi, geçmişteki salih insanlar ve üçüncüsü, kendileri sapıttıkları gibi başkalarını da yoldan çıkararak bu dünyadan göçen insanlar. Birincilerin ne kendilerine ibadet edenler ne de yapılan dualar hakkında bir haberleri yoktur. İkinci kısımdakiler ise aslında Allah'ın sevdiği mukarreb kullardı. Bunlar da şu iki sebepten dolayı bu durumda oluşlarından habersizdirler. Evvela, Allah'ın yanında öyle bir alem vardır ki bu dünyanın sesleri oraya ulaşamaz ve ikinci olarak, Allah Teala ve melekler kasten bu haberleri onlara ulaştırmazlar. Çünkü bu olanları duymak onlar için üzüntü kaynağı olacaktır. Onlar bütün hayatları boyunca yalnızca Tevhidi ve sadece Allah'a istigâse'de bulunmayı öğretmişlerdi. Şimdi ise bazıları onlardan yardım dilemekteler. Allah Teala bunlara böyle haberleri vererek onları üzmek istemez. Üçüncü gruptaki ma'budlara gelince, düşünürsek bunların da habersiz kalmalarının iki sebebinin olduğunu anlarız: Birincisi, bunlar suçlu olarak Allah'ın indinde beklemektedirler ve bu dünyadan hiç bir sada onlara ulaşamaz. İkinci sebep ise, Allah Teala ve melekler, bu dünyada yapmış oldukları misyonun başarıya ulaştığı ve şimdi bazı kimselerin kendilerine taptığı haberlerini duyurarak onları sevindirmek istemez. Allah zalimlere böyle memnuniyetler bahşetmez.

Burada şu hususu da izah edelim ki, Allah (c.c) kendi salih kullarına bu dünyada gönderilen selam ve rahmet dualarını ulaştırır. Çünkü bu onlara memnuniyet verecektir. Öte yandan suçlulara da bu dünyadan gönderilen lanet ve bedduaları ulaştırır. Mesela bir hadise göre, Bedir Savaşı'nda kafir olan ölülere Peygamber'in (s.a) gönderdiği lanet onlara duyurulmuş ve bu onların eziyetini artırmıştı. O, hiçbir şekilde kendi salih kulları için üzüntü verecek, kafir ve mücrimlere memnuniyet verecek bir haberi onlara ulaştırmaz. Böylece "sem'i mevta" (ölülerin işitmesi) konusuna bir açıklık getirilmiş olmaktadır.

6 İnsanlar (bir araya getirilip) haşrolunduğu zaman, (Allah'tan başka taptıkları) onlara düşman kesilirler ve onların (kendilerine) ibadet etmelerini de tanımazlar.7

7 Onlara açık belgeler olarak ayetlerimiz okunduğu zaman, o küfredenler kendilerine gelmiş olan hak için dediler ki: "Bu, apaçık bir büyüdür."8

AÇIKLAMA

7. Yani, onlar açık açık "Biz hiç bir zaman onlara bize ibadet edin demedik. Onların bize ibadet ettiklerinden bizim hiçbir ilgimiz yok. Bu sapıklıklarının sorumlusu kendileridir. Dolayısıyla cezalarını da kendileri çeksin, onların bu suçlarında bizim bir payımız yoktur," diyeceklerdir.

8. Mekke'de Kur'an-ı Kerim'in ayetleri okunduğu zaman, bunun bir insan kelamı olmadığını, insan üstü bir şey olduğunu onlar hissediyorlardı. Hiç bir şair, hatip ve en büyük edebiyatçı bile Kur'an'ın emsalsiz fesahat ve belâgatine (büyüleyici uslubuna), hitabet ve kalpleri etkileyen yüksek muhtevasına yaklaşamazdı bile. En önemlisi, Allah Rasulü'nün kendi kelamı bile Allah tarafından nazil olan kelamla aynı değildir. Allah Rasulü'nü daha çocukluğundan beri çok iyi tanıyan ve onun dilini çok iyi bilen Mekkeliler de, Allah Rasulü'nün kendi sözleri ile Kur'an-ı Kerim'in sözleri arasında çok büyük farklar olduğunu görüyorlardı. Aralarında kırk-elli sene gece gündüz yaşamış olan şahsın birdenbire böyle kendi dilinden tamamıyla farklı bir kelam uydurduğunu kabul etmek zordu. Bu gerçek onların gözleri önünde açıkça görülüyorken onlar küfürlerinde ısrar etmekte kararlı idiler. Bu yüzden, bu aşikar işaretleri görmelerine rağmen değil kabul etmek, üstelik "Bu bir sihirdir" diyorlardı. (Onların Kur'an'ı bir sihir olarak nitelemelerinin açıklamasını daha önce yapmıştık. Bkz. El-Enbiya an: 5, Sâd an: 5)

8 Yoksa: "Kendisi onu uydurdu" mu diyorlar?9 De ki: "Eğer onu ben uydurdumsa, bu durumda siz, Allah'tan bana (gelecek) olan hiç bir şeye (karşı) malik olamazsınız. Sizin kendisi (Kur'an) hakkında, ne taşkınlıklar yapmakta olduğunuzu O daha iyi bilendir. Benimle sizin aranızda şahid olarak O yeter. 10O, çok bağışlayandır, çok esirgeyendir."11

9 De ki: "Ben peygamberlerden bir türedi değilim, bana ve size ne yapılacağını da bilemiyorum. Ben, yalnızca bana vahyedilmekte olana uymaktayım ve ben, apaçık bir uyarıcı-korkutucudan başkası değilim."12

10 De ki: "Gördünüz mü-haber verin; eğer (bu Kur'an,) Allah katından ise, siz de ona (karşı) küfretmişseniz13 ve İsrailoğullarından bir şahid de bunun bir benzerine şahidlik edip iman etmişse ve siz de büyüklük taslamışsanız (bunun sonucu ne olacak)?14 Şüphesiz Allah, zalim olan bir kavmi hidayete erdirmez."

AÇIKLAMA

9. Bu şekilde sorarak beyan etmede şiddetli bir hayret ifadesi vardır. Yani, bunlar o kadar hayasızdırlar ki, Allah Rasulü'nü, Kur'an'ı uydurmakla itham edebilmekteler. Halbuki çok iyi biliyorlar ki, bu onun tasnif ettiği bir kelam değildir.

Onların "sihirdir" demeleri ise bu kitabın sıradan, alalede bir kelam olmadığının ve bunu bir insanın tasnif edemeyeceğinin, bir insan için böyle bir kelamı meydana getirebilmenin mümkün olamayacağının kendi ağızlarıyla itirafıdır.

10. Çünkü onların bu ithamı asılsızdır ve tamamıyla bir inat mahsulüdür. Bu yüzden bir delil ileri sürmeye ihtiyaç duyulmamıştır. Sadece "Gerçekten eğer sizin dediğiniz gibi bu kelamı ben tasnif etmişsem bu, Allah'a en büyük iftiradır. O zaman Allah'ın cezasından beni siz mi kurtaracaksınız? Ve eğer sizin bana yalan iftirada bulunarak reddettiğiniz bu kelam Allah'ın kelamı ise o zaman Allah size ne yapacaktır, göreceksiniz" demekle yetinilmiştir. Allah'tan hiç bir şey gizli kalmaz. Doğru kimdir? Yalancı kimdir? Bunlar hakkında en iyi kararı verecek O'dur. Eğer bir şey hususunda bütün dünya yalan dese ama, Allah'ın indinde o şey doğruysa son karar Allah'ın ilmine göre verilir. Eğer bütün dünya bir şeyi doğrulasa da Allah'ın indinde o şey yalan ise o zaman Allah'ın indinde son karar yine yalan olarak verilecektir. Onun için saçma sapan şeyler konuşmak yerine kendi ahiretinizi düşünün.

11. Bu cümlenin iki manası vardır. Birincisi, sizin hâlâ bu dünyada yaşıyor olmanız Allah'ın bir lütfudur. Eğer Allah'ın rahmeti ve lütfu olmasaydı, O'na karşı yaptığınız iftiralar sizi hemen yok ederdi. İkinci bir nefesi almaya bile size müsade edilmezdi. Diğer bir manası da "Ey insafsızlar! Şimdi artık bu inadınızdan vazgeçin. Allah'ın rahmet kapısı hâlâ açıktır. Yaptıklarınızı affedebilir," şeklinde olabilir.

12. Bu buyruğun arka-planı şudur: Nebi (s.a) risaletini ilan ettikten sonra Mekke'dekiler ona acayip şeyler söylemeye başladılar. Diyorlardı ki, "Bu ne biçim Rasuldür, çoluk çocuğu var, pazarda dolaşır, yer içer ve bizim gibi bir insandır. Bizden ne farkı var ki biz onu Allah'ın özel olarak gönderdiği bir elçi olarak tanıyalım?" Ve yine bunlar diyorlardı ki "Eğer bu şahıs Allah'ın Rasulü olsaydı en azından Allah onun peygamberliğini ilan etmek için hizmetine bir melek verirdi. Her kim ona karşı çıkar, saygısızlık yaparsa bu melek onları kamçılardı. Nasıl olur da Allah bir kimseyi Rasul olarak göndersin de o kimseyi Mekke'nin sokaklarında böyle eziyetlere karşı çaresiz bıraksın? Kendi Rasulü için hiç olmazsa bahçe içerisinde muhteşem bir saray yapardı. Hanımının serveti bittikten sonra açlık çekmez ve Taif'e giderken altında bir bineği olurdu." Dahası ondan acaip acaip mucizeler göstermesini ve gaipten haber vermesini talep etmekteydiler. Onların düşüncesine göre bir kimsenin Allah'ın Rasulü olması, onun insan üstü bazı güçlere sahip olmasını gerektirir.

Bir işaretiyle dağları yerinden oynatır, bir işaretiyle kurak çölleri güllük gülistanlık hale çevirirdi. Bütün olmuş ve olacak her şeyin ilmine sahip olmalıdır. Gaipteki bütün gizli şeyleri görebilmelidir.

Bu itirazlara, her cümlesinde bir anlam taşıyan bu ayette cevap verilmiştir. Buyrulmaktadır ki "Onlara söyle: "Ben türedi bir peygamber değilim" Yani, "Benim peygamberliğim dünya tarihinde ilk kez olan bir şey değildir ki, bu size acaip gelsin. Peygamberlerin böyle değil de şöyle olmasına niye o kadar şaşırıyorsunuz? Benden önce de pek çok Rasul gelmişti. Benim onlardan bir farkım yok. Ne zaman bir peygamber gelmiştir de onun çoluk çocuğu olmamış, yiyip içmemiş ve diğer normal insanlar gibi yaşamamıştır? Hangi peygamberin yanında (onun risaletini duyurmak için) elinde kırbaç bulunan bir melek vardı. Hangi Rasulün bağlar-bahçeler içerisinde bir sarayı vardı? Hangi Rasul, insanları Allah'ın tarafına davet etmek için eziyetler çekmemişti? Ve hangi Rasul kendi yetkisiyle mucizeler göstermiş ve yine kendi izniyle her şeyi bilmiştir. Öyleyse şimdi siz benim peygamberliğimi sınamak için bu acaip acaip soruları nereden çıkarıyorsunuz?" Daha sonra şöyle buyurulmuştur: "Onlara de ki: Bana ve size yarın ne yapılacağını da bilmiyorum. Ben sadece bana vahyedilen şeye uyarım." Yani, ben gaybı bilen değilim ki geçmiş, hal ve gelecek bana açık olsun ve dünyada her şey benim bilgim içerisinde bulunsun. Değil sizlerin geleceği, ben kendi geleceğimi bile bilmiyorum. Ben ancak vahiy vasıtasıyla bana verilen ilim kadar bilebilirim. Hiç bir zaman bundan daha fazlasını bildiğimi iddia etmedim. Ve hangi Rasul gelmiş ki o şimdi sizin benden istediğiniz gibi herşeyi bildiğini iddia etmiştir? Gayb hakkında bazı haberler soruyorsunuz. Ne zaman bir Rasulün görevi, sizin kaybettiğiniz şeyleri, hamile bir kadının erkek veya kız doğuracağını, falan hastanın öleceğini veya iyi olacağını bildirmek olmuştur.

En sonunda da "Onlara de ki: Ben apaçık uyarıcıdan başka bir şey değilim" buyuruluyor. Yani ben Allah'ın yetkilerine sahip değilim ki her gün sizin istediğiniz acaip acaip mucizeleri göstereyim. Benim gönderilmemin gayesi, size doğru yolu göstermek ve onu reddedenleri de kötü akibetlerinden uyarmak içindir.

13. Bu husus bundan önce Fussilet Suresi 52. ayette işlenmiştir. İzah için bkz. Fussilet an: 69.

14. Müfessirlerin çoğu bu şahitten maksat Hz. Abdullah bin Selâm'dır, demişlerdir. Çünkü o, Medine-i Münevvere'deki en meşhur yahudi alimiydi.

Hicretten sonra Allah Rasulü'ne iman ederek müslüman olmuştur. Bu hadise Medine'de meydana geldiğinden müfessirlerin kavline göre bu ayet Medenidir. Bu şekildeki yorumun kaynağı Hz. Sa'd bin Ebi Vakkas'ın açıklamasıdır. O'na göre bu ayet Hz. Abdullah bin Selam hakkında nazil olmuştur. (Buhari, Müslim, Nesai, İbn Cerir) Ve aynı kaynağa dayanarak İbn Abbas, Mücahid, Katade, Dahhak, İbn Sirin, Hasan Basri, İbn Zeyd, Avf bin Malik el-Eşci' gibi pekçok büyük müfessir bu görüştedirler. Diğer taraftan İkrime, Şa'bi ve Masruk "Bu ayet Abdullah bin Selâm hakkında olamaz, çünkü bütün sure Mekkîdir. Mekke'de nazil olmuştur" demektedirler. İbn Cerir et-Taberî'de aynı görüşe katılarak şöyle söylüyor: "Yukarıdaki bu hitabet silsilesinin muhatabı Mekke müşrikleridir. Daha sonraki ayetlerden de anlaşılıyor ki hep Mekkeli müşrikler muhataptır. Bu siyak ve sibak içerisinde (context) yalnız başına Medine'de nazil olmuş bir ayetin buraya girmesi düşünülemez." Daha sonraki müfessirler bu ikinci görüşü tercih ederlerken Saad bin Ebi Vakkas'ın rivayetini de inkar etmemekteler. Hz. Sa'd, eskilerin adetine göre bu ayetin tam tamına İbn Selam'a uygun düştüğü mealinde konuşmuştur. Bu sözden, bu ayetin İbn Selam'ın iman etmesi üzerine nazil olduğu çıkarılamaz. Yalnız ne var ki bu ayet gerçekten de tam olarak onun tavsifine uygun düşmektedir.

Zahiren ikinci görüşün daha doğru olduğu anlaşılmaktadır. O zaman şöyle bir soru akla gelir: "Bu şahitten maksat kimdir?" İkinci görüşe sahip olan bazı müfessirler bunun Musa (a.s) olduğunu söylemekteler. Ama bir sonraki "O iman etmiş ve siz kibir içindesiniz" cümlesi böyle bir yorumla hiç de uyum sağlamamaktadır. En doğru izah müfessir Nisaburî ve İbn Kesir'indir. Yani bunlar: "Burada şahitten belirli bir şahıs kastedilmemektedir. Bundan maksat İsrailoğulları'ndan sıradan bir şahıstır" demişlerdir. Allah'ın buyruğunun maksadı şudur: Kur'an-ı Kerim size şimdi sunulmaktadır, bu ilk karşılaştığınız yeni bir şey değildir ki böyle bir şeyi ilk defa görüyoruz diye mazeret ileri sürebilirsiniz. Bundan önce de bu gibi talimatlar İsrailoğulları'na vahiy yoluyla Tevrat ve diğer semavi kitaplar şeklinde gelmiştir. Onları sıradan bir insan bile kabul etmişti. Allah'ın kendi talimatlarını yalnızca vahiy vasıtasıyla gönderdiğini sıradan bir insan bile kabul etmiştir. Onun için vahiy ve onun getirdiği talimatların acaip ve anlaşılmaz bir şey olduğunu iddia edemezsiniz. Aslında sizin inanmanıza mani olan sizin kendi kibir ve böbürlenmenizdir.

11 Küfretmekte olanlar, iman etmekte olanlar için dedi ki: "Eğer O (Kur'an veya iman) hayırlı bir şey olsaydı, ona bizden önce koşup-yetişemezlerdi."15 Oysa onlar, onunla hidayete ermediklerinden: "Bu, eski bir yalandır" diyecekler.16

12 Bundan önce de, bir rehber (imam) ve bir rahmet olarak Musa'nın kitabı var. Bu da, zulmedenleri uyarıp-korkutmak17 ve ihsanda bulunanlara bir müjde olmak üzere, (kendinden önceki kitapları) doğrulayıcı ve Arapça bir dil ile olan bir kitaptır.

13 Şüphesiz: "Bizim Rabbimiz Allah'tır" deyip sonra dosdoğru bir istikamet tutturanlar (yok mu); artık onlar için korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır.18

14 İşte onlar, cennet halkıdır; yapmakta olduklarına karşılık olmak üzere, içinde ebedi olarak kalıcıdırlar.

15 Biz insana, 'anne ve babasına' iyilikle davranmasını tavsiye ettik. Annesi onu güçlükle taşıdı ve onu güçlükle doğurdu. Onun (hamilelikte) taşınması ve sütten kesilmesi, otuz aydır.19 Nihayet güçlü (erginlik) çağına erip kırk yıl (yaşın)a ulaşınca, dedi ki: "Rabbim, bana, anne ve babama verdiğin nimete şükretmemi ve senin razı olacağın salih bir amelde20 bulunmamı bana ilham et; benim için soyumda da salahı ver. Gerçekten ben tevbe edip sana yöneldim ve gerçekten ben müslümanlardanım."

AÇIKLAMA

15. Bu, Kureyş'in ileri gelenlerinin, halkı Rasulullah'tan soğutmak için kullandıkları delillerden biridir. Diyorlardı ki, "Eğer Kur'an hak bir söz olsaydı bunu en önce biz kabul ederdik. Nasıl olur ki, bir kaç tecrübesiz genç ve aşağı sınıftan birkaç köle bunu makul olarak görür de, bizim ileri gelenlerimizden akıllı, dünya görmüş ve tecrübelerine, zekalarına herkesin itibar ettiği kişiler görmez. O halde onun sıradan halkı inandırmak gayreti içerisinde oluşu da bu davette muhakkak bir yanlışlık olduğunu ve bu yüzden de kavmin ileri gelenlerinin bunu kabul etmediğini göstermektedir. O halde siz de ondan uzak durun."

16. Yani, bunlar kendilerini hak ile batıl arasında bir kıstas olarak görmekteler. Zannediyorlardıki eğer kendileri bir şeyi hidayet olarak kabul etmemişlerse, bu demektedir ki bu muhakkak bir dalalettir. Ama buna "Yeni bir yalan" demeye cesaret edemiyorlar. Çünkü bundan evvelki peygamberler de aynı şeyi tatbik etmişlerdi. Onların ellerinde olan bütün semavi kitaplar da aynı hidayeti göstermekteydi. Onun için bunlar da "Eski bir yalan" demekteler. Güya onlara göre onların dışında herkes akılsızdır. Binlerce senedir bu gerçekleri tebliğ eden ve ona inananlar akıldan mahrumdurlar da sadece akıl bunlara kalmıştır.

17. Yani, sapıklıkları dolayısı ile ahlak ve amel bakımından kötülük içerisine düşen, toplumu da türlü zulüm ve haksızlıklarla dolduran ve Allah'tan başkalarına ibadet edenlerin kötü sonuçları hakkında onlara haber ver.

18. İzah için bkz. Fussilet an: 33-35.

19. Yani, bir evlat, hem anasına hem de babasına hizmet etmelidir. Ama ananın hakkı daha önemlidir. Çünkü o evladı için daha fazla ızdırap çeker. Aynı şey az çok farklı rivayetlerle Bahuri, Müslim, Ebu Davud, Tirmizi, İbn Mace, Müsned-i Ahmed ve İmam Buhari'nin Edebül-Müfred'inde rivayet edilen şu hadisten de anlaşılmaktadır: "Birisi Allah Rasulü'ne gelerek "Üzerime en fazla kime hizmet etme hakkı düşer?" diye sordu. Allah Rasulü "Annen" buyurdu. Adam "Sonra kim?" dedi. Allah Rasulü yine "Annen" diye cevapladı. Adam aynı soruyu üçüncü defa sorunca Allah Rasulü bu sefer de "Annen" karşılığını verdi. Dördüncüde "Babana" buyurdu." Allah Rasulü'nün bu cevabı yukarıdaki ayeti tam manasıyla tercüme etmektedir. Burada annenin hakkına işaret edilmiştir. Çünkü, 1) Anne onu meşakkatle karnında taşımış, 2) Meşakkatle onu dünyaya getirmiş ve, 3) Hamilelik ve emzirme süresi otuz ay almıştır.

Bu ayet ile, Lokman Suresi'nin 14. ayeti ve Bakara Suresi'nin 233. ayetlerinden şöyle hukuki bir netice çıkmaktadır. Bir hadisede Hz. Ali, İbn Abbas ve Hz. Osman bununla hüküm vermişlerdi. Hadise şuydu: Hz. Osman'ın hilafeti döneminde bir şahıs Cüheyna kabilesinden bir kadın ile evlenmişti. Evliliklerinden tam altı ay geçmişti ki sapa sağlam bir çocuk doğurdu. Bunun üzerine o şahıs Hz. Osman'a gelerek olayı anlattı. Hz. Osman da kadının zina yapmış olduğu kanaatine vararak recm olunması hükmünü verdi. Hz. Ali'nin bundan haberi olunca hemen Hz. Osman'ın yanına giderek böyle bir hükme nasıl vardığını sordu. Hz. Osman da cevaben "Kadın 6 ay sonra sağlam bir çocuk doğurmuştur, bu açıkça onun zina yaptığının delilidir" deyince Hz. Ali "Hayır" karşılığını vermişti. Sonra Hz. Ali yukarıda adı geçen üç ayeti okudu. Bakara Suresi'nde Allah (c.c) buyuruyor ki "Babaları isterse anneler çocuklarını tam iki yıl emzirirler", Lokman Suresi'nde ise yine buyuruyor ki "... İki sene onu emzirdi..." Ve Ahkaf Suresi'nde (bu sure) buyuruyor ki "... Onun ana karnında taşıması ve sütten kesilmesi otuz ay sürdü... "Ve şimdi eğer otuz aydan iki sene emzirme müddetini çıkarırsak geriye altı ay hamilelik zamanı kalır. Burdan anlaşılıyor ki hamilelik süresi en az altı aydır. Bundan sonra çocuk tam olarak oluşmaktadır. O halde bir kadın tam altı ay sonra bir çocuk dünyaya getirse ona zaniye hükmü verilemez." Hz. Osman bunu duyunca Hz. Ali'ye "Ben bunu hiç düşünmemiştim" diyerek kadını çağırtmış ve daha önce verdiği hükmü değiştirdiğini söylemiştir. Rivayette şu da zikredilmektedir:

Hz. Ali'nin bu istidlalini İbn Abbas da teyid etmiş ve ondan sonra Hz. Osman kendi görüşünden rücu etmişti. (İbn Cerir, Cessas, Ahkamu'l-Kur'an, ve İbn Kesir)

Şimdi bu üç ayetten aşağıdaki hükümleri çıkarabiliriz:

1) Bir kadın evlendikten sonra altı aydan daha öce sağlam (düşük değil) bir çocuk dünyaya getirirse onun hakkında zaniye hükmü verilir ve çocuğun nesebi kocasına intisab ettirilemez.

2) Bir kadın evlendikten altı ay veya daha fazla bir süre sonra sağlam bir çocuk dünyaya getirirse, onun hakkında sadece bu doğuma dayanarak zaniye ithamı yapılamaz, kocasının da onu böyle itham etmeye ve çocuğun nesebini inkar etmeye hakkı yoktur. Çocuğu muhakkak kabul edecektir, kadın da cezalandırılamaz.

3) Emzirme hakkının müddeti de en fazla iki senedir. Bu süreden sonra eğer bir çocuk başka bir kadının sütünü emecek olsa, o kadın onun süt annesi olamaz, kararı verilir. O zaman emzirme hakkında Nisa Suresi 23. ayette beyan edilen hükümler geçerli olmayacaktır. Bu konuda ihtiyaten Ebu Hanife iki sene yerine iki buçuk sene ileri sürerek "Emzirme yakınlığı" gibi nazik bir konuda bir hata yapma ihtimaline karşı tedbir almıştır. Bkz. Lokman an: 23.

Burada şunu da söyleyelim ki; bugünkü tıbbi araştırmalar bir çocuğun anne karnına en az yirmisekiz hafta ihtiyacı olduğunu söylemektedir. Bu süreden sonra artık tam bir insan olarak dünyaya gelebilir. Bu süre altı buçuk aydan biraz fazladır. İslam hukukuna göre takriben yarım ay daha takdir edilmektedir. Böylece bir kadına zina ithamında bulunmak ve bir çocuğu kendi nesebinden mahrum etmek gibi nazik bir mesele dolayısıyla bir hata olmasın diye bir yarım ay daha süre eklenmiştir. Öte yandan hiç bir doktor, hiç bir hakim ve bizzat hamile kalan kadının kendisi ve onu hamile bırakan erkek dahi kesinkes hamileliğin ne zaman başladığını bilemez. Bu yüzden hamileliğin en az süresinden biraz fazla süre tanımak uygundur.

20. Yani, bana öyle bir salih amel uygun gör ki, hem zahiri olarak senin kanununa göre olsun ve hem de gerçek olarak senin indinde makbul olsun. Bir amel dünyada ne kadar çok övgü görse de Allah'ın kanununa muvafık değilse, o zaman dünyadakiler onu ne kadar överlerse övsünler, Allah'ın katında hiçbir karşılığa müstahak olmayacaktır. Öte taraftan bir amel tam manasıyla şeriata uygun düşse ve zahiren hiçbir eksiği olmasa ama onun niyetinde eksiklik, riya, kibir, gösteriş veya dünya menfaati saklı olsa bu sefer de bu amel hüsn-ü kabul görmeyecektir.

16 İşte bunlar; yapmakta olduklarının en güzelini kabul ederiz ve kötülüklerinden geçeriz;21 (bunlar) cennet halkı içindedirler. (İşte bu,) Onlara va'dolunan dosdoğru bir vaaddir.

17 O kimse ki, anne ve babasına: "Öf size, benden önce nice kuşaklar gelip geçmişken, beni (diriltilip) çıkarılacağımla mı tehdit ediyorsunuz?" dedi. O ikisi (anne ve babası) ise, Allah'a yakararak: "Yazıklar sana, iman et, hiç şüphesiz Allah'ın va'di haktır." (derler; fakat) O: "Bu, geçmişlerin masallarından başkası değildir" der.

18 İşte bunlar, cinlerden ve insanlardan kendilerinden evvel gelip-geçmiş ümmetler içinde, (azab) sözü üzerlerine hak olmuş kimselerdir. Gerçekten onlar, ziyana uğrayanlardır.22

19 Her biri için yapmakta olduklarından dolayı dereceler vardır; öyle ki amelleri kendilerine eksiksizce ödensin ve onlar zulme de uğratılmazlar.23

20 Küfredenler ateşe sunulacakları gün, (onlara şöyle denir:) "Siz dünya hayatınızda bütün 'güzellikleriniz ve zevklerinizi' tüketip-yok ettiniz, onlarla yaşayıp-zevk sürdünüz. İşte yeryüzünde haksız yere büyüklenmeniz (istikbârınız) ve fasıklıkta bulunmanızdan dolayı, bugün alçaltıcı bir azab ile cezalandırılacaksınız."24

AÇIKLAMA

21. Dünyada onların yaptığı en iyi amellerine göre hüküm verilecek ve ahirette dereceleri ona göre tayin edilecektir. Onların hata ve zayıflıkları görmemezlikten gelinecektir. Tıpkı asil ve değer bilir bir efendinin kendi vefakar hizmetkârlarının küçük bir takım hatalarına göre değil de onların yapmış olduğu en büyük hizmetler, fedakârlıklar ve üstün vefalarına göre davranması gibi. O, bu hizmetkârlarının küçük hataları dolayısıyla diğer bütün amellerini yakmayacaktır.

22. Burada iki tip karakter vurgulanmaktadır. Ve adeta dinleyiciye bu iki karakterden hangisinin daha üstün olduğu sorularak buna kendisinin karar vermesi istenilmektedir. Bu dönemde toplum içerisinde bu iki tip karakter de fiilen mevcuttur. Dinleyenler için birinci tip karakterde olanlar kimdir, ikinci tipte olanlar kimdir? Ayırdedebilmek zor değildir. Bu, Kureyş'in ileri gelenlerinin "Eğer kitaba inanmak iyi bir şey olsaydı bu bir kaç genç ve köleden evvel bizim inanmamız gerekirdi" demelerine cevaptır. Bunlara verilen cevapta, sanki onlara inananların karakteri ile inanmayanların karakteri nasıl olurmuş diye herkesin kendini kontrol edeceği bir ayna tutulmaktadır.

23. Yani, salih insanların yaptığı iyilikler karşılıksız ve kötü insanların yaptığı kötülüklerde de cezasız kalmayacaktır. Eğer iyi bir insan ecirlerinden mahrum kalır veya hakkettiğinden daha azını alırsa bu bir zulüm olduğu gibi aynı şekilde kötü bir insan da hakettiği cezayı görmez ya da hakkettiğinden fazlasını bulursa bu da bir zulüm olacaktır.

24. Burada gösterdikleri kibirden dolayı orada zelil olacaklardır. Çünkü onlar, Allah Rasulü'ne iman etmeleri halinde yoksul ve fakir mü'minlere katılmalarını bir şerefsizlik olarak görüyorlardı. "Onların iman ettikleri İslam'a inanmamız halinde şerefimizi lekelemiş oluruz" diye gururlanıyorlardı. Allah (c.c) onları ahirette zelil ve rezil edecek ve gururlarını ayaklar altına alacaktır.

21 Âd'ın kardeşini hatırla; onun önünden ve ardından nice uyarıcı-korkutucular gelip geçmişti; hani o, Ahkaf'taki kavmini: "Allah'tan başkasına kulluk etmeyin, gerçekten ben, sizin için büyük bir günün azabından korkmaktayım" diye uyarıp-korkutmuştu.25

22 Dediler ki: "Sen, bizi ilahlarımızdan çevirmek için mi bize geldin? Şu halde eğer doğru söylüyorsan, tehdit ettiğin şeyi, bize getir."

23 Dedi ki: "İlim ancak Allah katındadır.26 Ben size gönderildiğim şeyi tebliğ ediyorum; ancak sizi cahillik etmekte olan bir kavim olarak görüyorum.27

AÇIKLAMA

25. Çünkü Kureyş'in ileri gelenleri, bu servetleri ve reislikleri dolayısıyla çok gururlanıyorlardı. Bu yüzden onlara Ad Kavminin kıssası anlatılıyor. Arap Yarımadası'nda bu kavim, bu bölgede eski zamanlarda yaşamış en güçlü kavim olarak çok iyi bilinmekteydi.

Ahkaf, hikf'in çoğuludur. Sözlük manası "kum tepeleri" demektir. Fakat ıstılahen Arabistan çölünün (Rubul-Hali) güney-batı kısmının ismidir. Bugün ise bu bölgede kimse yaşamamaktadır. Bkz. aşağıdaki harita:

İbn İshak'ın rivayetine göre, Ad Kavminin yurdu, Umman'dan Yemen'e kadar uzanmaktaydı. Kur'an, bunların asıl yurdunun El-Ehkaf olduğunu belirtmiştir. Buradan çıkarak civarındaki ülkeler ve zayıf ülkeler üzerine hakimiyet kurmuşlardı. Bugün bile, Arap Yarımadası'nın güneyinde yaşamakta olan halklar, bu bölgede bir zamanlar Ad Kavminin yaşadığını bilmektedirler.

Şimdiki Mükella şehrinden 125 mil kuzeyde Hadramut taraflarında bir makam vardır. Burada Hud'un (a.s) mezarının olduğuna inanılır. Kabr-i Hud ismiyle meşhurdur. Her yıl Şaban ayının 15'inde Arap Yarımadası'nın değişik yerlerinden binlerce kişi burada toplanarak bir merasim düzenlerler. Her ne kadar tarihsel olarak bu mezar ispatlanmamışsa da burada bir kabrin inşa edilmiş olması ve Güney Arabistan halkının çoğunun oraya rağbet etmesi, mahalli rivayetlere göre Ad kavminin yurtlarının buralar olduğunu ispatlamaktadır. Öte yandan yöre halkı Hadramut'ta bulunan birçok harabeyi (ruins) bu güne kadar Ad kavminin evleri olarak anmaktadır. El-Ahkaf'ın bu günkü halini gören kimse, bir zamanlar buralarda şanlı ve pek güçlü bir medeniyetin yaşamış olduğunu düşünemez. Muhtemeldir ki binlerce sene önce bu bölgeler verimli ve yeşillik idi. Daha sonra meydana gelen bir iklim değişikliği dolayısıyla bir çöl haline gelmiş olabilir. Bu gün ise ıssız bir çöl halindedir. İçerlerine girmeye kimse cesaret edememektedir. 1943 yılında Bavyeralı bir asker bunun güney kenarına kadar ulaşmıştı. Bu şahıs anlatıyor: "Hadramut'un kuzeydeki yüksek tepelerinden aşağıya bakınca bu çöl sanki bin feet kadar aşağıda gözüküyordu. Yer yer beyaz kısımları vardı ki eğer onlara bir şey düşerse o kumun içinde mahvolur gider ve tamamen çürürdü. Arabistan bedevileri bu bölgeden çok korkarlar ve katiyyen oraya gitmeye cesaret edemezler. Bir kere hiçbir bedeviyi razı edemeyince yalnız başıma gittim. Buranın kumu adeta toz gibi çok incedir. Ucuna ip bağlı bir şakülü uzaktan fırlattım. Beş dakika içerisinde hemen kumun içine gömüldü. İpin uç kısmı ise çürümüştü." Daha fazla malumat için bkz. (Arabia and Isles Harold Ingrams, London, 1946, The Empty Quarter, Philby, London 1933. The Unveiling of Arabia, R.H. Kirnan, London, 1937.)

26. Yani, sizin üzerinize ne zaman azabın geleceğini ancak Allah bilir. Çünkü, sizin üzerinize ne zaman azabın geleceği ve size daha ne kadar bir sürenin tanındığının kararını O verecektir.

27. Yani, siz kendi ahmaklığınız yüzünden benim uyarılarımı bir alay olarak alıyor ve yine alay ederek azab istiyorsunuz. Allah'ın azabının ne kadar korkunç olduğunu bilemiyorsunuz. Bu tutumunuzdan dolayı o azap size çok yakındır.

HARİTA - I -

Ahkaf Çölünün yerini gösteren harita

24 Derken, onu (azabı) vadilerine doğru yönelerek gelen bir bulut şeklinde gördükleri zaman, "Bu bize yağmur yağdıracak olan bir buluttur" dediler. Hayır,28 o, kendisi için acele ettiğiniz şeydir. Bir rüzgâr; onda acıklı bir azab vardır.

25 Rabbinin emriyle her şeyi yerle bir eder. Böylece meskenlerinden başka, hiç bir şey(leri) görünemez duruma düştüler. İşte biz, suçlu-günahkâr bir kavmi böyle cezalandırırız.29

26 Andolsun, biz onları, sizleri kendisinde yerleşik kılmadığımız yerlerde (size vermediğimiz güç ve iktidar imkânlarıyla) yerleşik kıldık30 ve onlara işitme, görme (duygularını) ve gönüller verdik.

Ancak ne işitme, ne görme (duyuları) ve ne gönülleri kendilerine herhangi bir şey sağlamadı; Çünkü onlar, Allah'ın ayetlerini inkâr ediyorlardı.31 Alay konusu edindikleri şey, onları sarıp-kuşattı.

27 Andolsun, biz çevrenizde bulunan şehirlerden (birçoğunu) yıkıma uğrattık ve belki dönerler diye ayetleri çeşitli şekillerde açıkladık.

28 Bu durumda, Allah'ı bırakıp yakınlık (sağlamak) için edindikleri ilahlar,32 onlara yardım etselerdi ya. Hayır, onlar, kendilerinden kaybolup gittiler. Bu (edindikleri ilahlar ve onlara yükledikleri), onların yalanları ve uydurmakta olduklarıdır.

AÇIKLAMA

28. Bu cevabın kim tarafından verildiği açık değildir. Sözün gelişinden bazı fiili şartların böyle bir cevabı oluşturduğu anlaşılmaktadır. Çünkü bu bulutların tarlalarına su getireceğini sanıyorlardı. Aslında bu bir tufandı. Ve onları mahvetmek için geliyordu.

29. Ad kavminin hikayesinin detayı için bkz. El-Araf an: 56, Hud an: 54-65, El-Müminun an: 34-37, Eş-Şuara an: 88-94, El-Ankebut an: 65, Fussilet an: 20-21.

30. Yani, mal-mülk, güç ve iktidar bakımından hiçbir zaman mukayese yapamazsınız. Sizin iktidarınız sadece Mekke şehriyle sınırlıyken, onlar çok geniş bir ülkenin iktidarını ellerinde tutuyorlardı.

31. Bu kısa cümlede önemli bir gerçek açıklanmaktadır. İnsana, hakikati kavrayabilmek için doğru anlayış yeteneğini ancak Allah'ın ayetleri vermektedir. İşte bu yetenek insanda hasıl olduktan sonra insanın gözü gerçeği görür, kulakları doğru işitir, kalbi ve zihni doğru düşünüp doğru karar verir. Ama eğer o insan Allah'ın ayetlerini inkar ederse, o zaman gözleri olmasına rağmen doğruyu göremez, kulakları olmasına rağmen doğruyu ve nasihatları duyamaz, Allah'ın verdiği kalp ve zihin nimetine sahip olmasına rağmen onlarla yanlış düşünür ve yanlış sonuçlara varır, bu sayede onun bütün bu yetenekleri kendini mahvetmek için kullanılır.

32.En başta, Allah'ın Mukarreb kullarıdırlar, onların vesilesiyle Allah'a yaklaşırız düşüncesiyle bu zatlara iltifat etmişler ama daha sonra yavaş yavaş bu zatları ma'budlar edinerek, onları medet için çağırmaya ve onlara yalvarmaya başlamışlardır. Bunların tasarruf sahibi olduklarını ve feryadlarını dinleyerek onların sorunlarını giderebileceklerini zannediyorlardı. İşte bu sapıklıktan onları kurtarabilmek için Allah (c.c), peygamberleri vasıtasıyla kendi ayetlerini göndererek onları doğru yola getirmeye çalışmıştır. Ama onlar, "Bizim, Allah yerine bunların eteklerine yapışmamız lazım" diyerek bu sahte ilahlara ibadet etme hususunda ısrar ettiler. Şimdi, bu müşrik topluluklara bu gibi sapıklıkları yüzünden azap geldiği zaman o edindikleri tanrılar neredeydiler, niye onları kurtarmadılar, görün.

29 Hani cinlerden birkaçını, Kur'an dinlemek üzere 33sana yöneltmiştik. Böylece onun huzuruna geldikleri zaman, dediler ki: "Kulak verin;" sonra (dinleme işi) bitirilince de kendi kavimlerine (birer) uyarıcı-korkutucular olarak döndüler.

30 Dediler ki: "Ey Kavmimiz, gerçekten biz, Musa'dan sonra indirilen, kendinden öncekileri de doğrulayan bir kitap dinledik; hakka ve dosdoğru olan yola yöneltip-iletmektedir."34

31 "Ey Kavmimiz, Allah'a davet edene icabet edin ve ona iman edin; günahlarınızdan bir kısmını bağışlasın ve sizi acıklı bir azabtan korusun."35

32 "Kim Allah'a davet edene icabet etmezse,36 artık o, yeryüzünde (Allah'ı aciz bırakacak değildir ve onun O'ndan başka) velileri de yoktur. İşte onlar, apaçık bir sapıklık içindedirler."

33 Onlar görmüyorlar mı ki, gökleri ve yeri yaratan ve onları yaratmaktan yorulmayan (Allah), ölüler de diriltmeye güç yetirir. Hayır; gerçekten O, her şeye güç yetirendir.

34 Küfredenler ateşe sunulacakları gün, (onlara şöyle denir:) "Bu gerçek değil miymiş?" Onlar: "Rabbimize and olsun, evet (öyledir)" derler. (Allah da:) "Öyleyse küfretmekte olduklarınızdan dolayı azabı tadın" dedi.

35 Artık sen sabret; peygamberlerden azim sahiplerinin sabrettikleri gibi, onlar için de acele etme.37 Onlar, tehdit edildikleri şeyi (azabı) gördükleri gün, sanki kendileri gündüzün yalnızca bir saati kadar yaşamışlar. (Bu,) Bir tebliğdir. Artık fasık olan bir kavimden başkası yıkıma uğratılır mı?

AÇIKLAMA

33. Bu ayetin tefsirinde, Hz. Abdullah bin Me'sud, Zübeyr, Abdullah bin Abbas, Hasan Basri, Said bin Cübeyr, Zer bin Ubeyş, Mücahid, İkrime ve diğer büyüklerden rivayet olunur ki, hepsi bu ayette zikrolunan cinlerin ilk gelişinin Batn-ı Nahle'de vuku bulduğu hususunda müttefiktirler. İbn İshak, Ebu Nuaym El-İsfahani ve Vakîdî'nin beyanına göre bu hadise, Allah Rasulü Taif'ten üzgün olarak Mekke'ye dönerken yolda Nahle denilen yerde konakladığında, orada kıldığı yatsı veya sabah ya da teheccüd namazı sırasında olmuştur.

Cinlerden bir grup bu sırada oradan geçmekteydiler ve Allah Rasulü'nün Kur'an okuyuşunu duyduklarında dinlemek için durdular. Bütün rivayetler ittifakla cinlerin, orada Allah Rasulü'ne kendilerini belli ettirmediklerini ve Rasulüllah'ın da onları farketmediğini söylemektedirler. Fakat bilahare Allah Teala vahiy vasıtasıyla onların Kur'an dinlediklerinin haberini vermiştir. Bu hadisenin geçtiği yer, Ez-Zeyma veya Es-Sebil-ul-Kebir denilen yerlerden birisidir. Bu yerlerin ikisi de Vadi-n-Nahle'de bulunmaktadır. Su ve yeşillik vardır.

Taif'ten gelmekte olan bir kimse eğer yolda mola verirse ancak bu iki yerden birisinde konaklar. Bkz. Aşağıdaki harita:

HARİTA - II -

Nahle Vadisinde ez-Zeyme ve es-Seylu'l Kebir'i gösteren harita

34. Buradan da anlaşılıyor ki, bu cinler daha önce Hz. Musa'ya ve diğer semavi kitaplara inanıyorlardı. Kur'an'ı işittikten sonra bunun da daha önceki peygamberlerin tebliğ ettiği aynı kelam olduğunu anladılar. Bu yüzden bu kitaba ve onu getiren Rasulüllah'a hemen iman ettiler.

35. Muteber rivayetlerden anlaşılmaktadır ki, bu hadiseden sonra cinler, peşpeşe heyetler halinde Allah Rasulü'nün huzuruna gelmeye ve onunla yüzyüze sohbet etmeye başladılar. Hadis kitaplarında bu konudaki rivayetleri topluca mütala edecek olursak hicretten önce Mekke'de Allah Rasulü'nün huzuruna en azından altı heyetin geldiği anlaşılır.

Bir heyet hakkında Abdullah İbn-i Mes'ud diyor ki: "Mekke'de bir gün Allah Rasulü bütün bir gece yok oldu. Biz de acaba ona birisi mi saldırdı diye merak ediyorduk. Sabah olunca Hira dağındaki mağaradan geldiğini gördük. Sorduğumuzda "Bir cin çağırmıştı, onunla giderek bir cin taifesine Kur'an okudum" dedi (Müslim, Müsned-i Ahmed, Tirmizi ve Ebu Davud.)

Yine Abdullah İbn Mes'ud'dan başka bir rivayette "Allah Rasulü bir gün Mekke'de ashab-ı kirama "Bu gece cinlerle konuşma yapacağım, içinizden bana refakat edecek var mı?" diye sordu. Ben de hemen "Evet, ben varım" dedim. Mekke'nin kuzeyinde bir yere vardık. Allah Rasulü bir çizgi çizerek bana bu çizgiden daha ileriye geçmememi söyledi. Sonra kendisi daha ileri giderek orada Kur'an okumaya başladı. Gördüm ki pek çok kişi Allah Rasulü'nün etrafında toplanmış ve benimle Allah Rasulü'nün arasını doldurmuşlar." (İbn Cerir, Beyhaki, Delail-ün-Nübüvve; Ebu Nuaym el-Isfahani)

Daha sonra başka bir gece yine Abdullah İbn-i Mesud, Allah Rasulü Mekke'de Hecun denilen yerde cinlerin bir meselesini hallediyorken onun yanındaydı. Yıllar sonra İbn-i Mesud (r.a) Kufe'de toprağı işleyen bazı insanlar gördüğünde "Hecun mevkiinde gördüğüm cinler işte bunlara benziyordu." demişti. (İbn Cerir.)

36. Bu cümle, cinlerin sözlerinin bir kısmı olabilir. Ya da bu söz cinlerin sözlerine eklenmiş Allah'ın sözüdür. Siyak ve sibaktan ikinci görüşün daha tercihe şayan olduğu anlaşılmaktadır.

37. Yani, nasıl senden önceki peygamberler kavimlerinin eziyet, muhalefet ve kötü davranışlarına karşı senelerce yılmadan mücadele vermişlerse, sen de öyle çalışmaya devam et. Bunların hemen iman edeceğini, eğer iman etmezlerse Allah'ın onlara hemen azab indireceğini hiç düşünme.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder